Son Yazılar
Mustafa Kuleli
5 Aralık 2014, Cuma

5 Aralık 2014

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Türkçe üzerine yazarken hep tedirgin oluyorum. “Onlar ki verir laf ile dünyaya nizamat / Bin türlü teseyyüp (pislik) bulunur hanelerinde” demiş ya Ziya Paşa, şimdi dil üzerine ahkâm keserken bir yanlışım bulunsa yanarım alimallah! Yine de yazacağım. Dert ettiğim bir mesele var çünkü.

Doğru düzgün Türkçe bilmeyen nesiller yetişiyor memlekette. Konuşamıyor, yazamıyorlar. Ve bundan utanmıyorlar. Televizyon ekranındaki hatayı görüp, editörü “-de ayrı” diye ikaz edince “Yaa nelere takılıyorsun” cevabı almışlığım var benim. Hatta Türkçe duyarlılığından bahsederken “Dede gibi konuşma“ diyen bile oldu bana ki çok şükür henüz 29 yaşındayım.

Yani anadiller dâhil hiçbir dili doğru dürüst öğretemediğimiz gibi, dillere dair bir hassasiyet de yaratabilmiş değiliz. Neden dillerin üzerine titrememiz gerektiğini, onlardaki güzelliği, derinliği ve tarihselliği kavrayamadığımız için böylesine hoyratız. İşte bu yüzden “Türkçeyi/Kürtçeyi öğretemiyoruz, Osmanlıca mı eksik kaldı” yorumlarını bağlamdan yoksun ve sığ buluyorum. Bilakis, özellikle sosyal bilimlerde okuyan öğrencilerin Osmanlı Türkçesi ile haşır neşir olması son derece yerinde. Keşke bu kardeşlerimiz ‘Türk Edebiyatı’ ile ‘Dil ve Anlatım’ derslerinin yanında Almanca da, Arapça da, Drama da alsa. Ve keşke dil öğretiminin hem müfredattaki ağırlığı hem kalitesi artsa…

Tabii bu konu, cumhuriyetin ilk on yılına hayran olanlarla son on yılına hayran olanlar* arasına sıkıştığından bunları söylemeye fırsat olmuyor. Mesele daha ziyade ecdâd, yeni osmanlıcılık, irtica, seçim, tapu, islamlaşma, suni gündem ve mezar taşı kelimeleriyle tartışılıyor.

Osmanlı Türkçesi ya da ‘Tarihi Türkiye Türkçesi’ elbette tüm öğrencilere zorunlu olmamalı, elbette yeterli hoca yok ve elbette bu bir seçim yatırımı.

Peki dün ‘Kürtçe uyduruktur' diyenlerin bugün ‘Osmanlıca uyduruktur’ demesi tesadüf mü? Bir diller bahçesinde yaşamamızın önündeki engel, buradaki kibir, taassup ve art niyet değil mi?

1908 devriminin özgürlükçü ortamında serpilen ve bütün ezberleri sorgulayan müthiş gazete tartışmalarını -neredeyse günümüz Türkçesiyle yazıldıkları halde- okuyamıyor oluşumuz bu hengâmede kaynayıp gitsin mi?

Gitmesin. Bir gün daha çok dili daha iyi öğrenip birbirimizi daha iyi anlarız belki.


* Eğitimci Ali Koç’a selamlar....

Mustafa Kuleli
22 Temmuz 2013, Pazartesi

22 Temmuz 2013

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

“Sakin bir görünüş altında her şey değişiyor. Her sınıf içinde her şey değişiyor…”

1972 yapımı Tout va bien (Her şey yolunda) filminde yönetmenler Godard ve Gorin, karakterlerine sadece bunu söyletmekle kalmaz bir de şu soruyu sordurur: Her şeyi değiştirme nereden başlarsın? Yanıt nettir: Her yerden.

* * *

Son zamanlarda, gezi direnişi sanki Türkiye’yi sarsan o yirmi günden ibaretmiş gibi bir algı üretiliyor. Hâlbuki şu an, sakin bir görünüş altında her şey değişmeye devam ediyor.

Hafızası kuvvetli olanlar belki hatırlar, bir önceki yazıda (#HerSeyYenidenBasliyor) Gezi’nin sosyal ve politik etkileri üzerinde dolaşmıştık. Bugün de biraz medyaya bakalım.

Hemen herkes, Gezi direnişinin medyada bir şeyleri kökten değiştireceğinde hemfikir. Peki ne olacak, işte bunu sorunca görüş ayrılıkları başlıyor. Kimisine göre AK Parti güdümündeki tek sesli medya düzeni sona erdi. Acaba öyle mi? Show TV, Başbakan Erdoğan’ı üzmeyen ve Habertürk’ün de sahibi olan Ciner grubuna, Akşam’la SkyTürk, üçüncü havalimanını yapan Kolin-Limak-Cengiz ortaklığına verilirken tekelciliğin/teksesliliğin bittiğini söylemek pek akla uygun değil.

Yine de holding medyasında ufak bir düzelme olur mu? Sansür bir nebze de olsa azalır mı? Erdoğan’ın hoşuna gitmeyen haberler de bültenlerde, sayfalarda yer bulur mu?

Hayır, bunların hiçbiri olmaz. Eğer olursa bilin ki beyaztürk medya patronlarımız hâlâ akıllanmamış, medyalama projeleriyle Sarıgül’ü falan parlatmaya çalışıyor. Eskinin Derviş-Cem-Özkan kumpanyası gibi. Beyhude.

Seçimler öncesinde oluşturulacak medya düzeni, şüphesiz ki Erdoğan’ın siyasi çıkarlarına göre şekillenecek. Ve iyi ki de böyle. Saatlerce süren AK Parti mitinglerini versinler, Başbakan ağzını her açtığında canlı yayına girsinler. Böyle yapsınlar ki, millet ana-akım medyadan iyice tiksinsin.

Tiksinince n’olacak, insanlar alternatif medyaya mı yönelecek? Buna da evet diyemeyeceğim. Ben holding basınına yüz çeviren gençlerin aynı zamanda geleneksel mecralarla da vedalaştığını ve artık sadece internette olacaklarını düşünüyorum.

Direnişin alternatif medyaya yaptığı küçük ve geçici tiraj/reyting artışı kimseyi aldatmasın. Aslolan Gezi hareketinin kendi medyasını yaratmasıydı. Aslolan duvarlara yazılan “Bir de bana hâlâ gazete oku diyorsun” sloganıydı.

Çünkü bu kuşak internette ‘enformasyon arbitrajı’ yapmaya alıştı. Birbirine benzemez haber ve yorum kaynaklarının, aynı konulara nasıl baktığını göre göre gerçeğe yaklaştı. Türkiye’de ve dünyada aslında ne olduğunun bilgisini kazandı. Bu insanlara birbirine benzer bakış açılarını, dilleri, söylemleri tükettiremezsiniz.

50-60 yaşındaki ‘her şeyi bilen’ TV kişileri daha bunu anlayamıyor. Neyi yorumlayacaklar?

30 yaş üstünün kendini oyunun dışında hissedip rahatsız olduğunu, bu dalgayı yakalamak için canla başla çalıştığını görüyorum bu günlerde. Ne iyi.

Zira paradigma değişti. Eski için kurtuluş yok. Bitti....

Mustafa Kuleli
17 Haziran 2013, Pazartesi

Öncelikle küçük bir not: Bu yazıyı Pazar sabahı yazdığım için Gezi direnişinin şu an vardığı noktayı bilmiyorum.

Belki bilmemem daha iyi. Çünkü bana göre direniş, zaten kazanmıştı. Hatta kamuoyu nezdinde haklıyken haksız duruma düşme riski vardı. Ve açıkçası, Gezi Parkı nöbetini bitirmenin iyi bir taktik olabileceğini düşünüyordum.

Ama cumartesi akşamı her şey değişti, her şey yeniden başladı. Başbakan ısrar edince “dik duruyor”, yurttaşlar ısrar edince “provokasyon” diyenlerin ağzı kapandı. On yıldır askeri kışlasına göndermekle övünenler İstanbulluların üzerine jandarmayla yürüyünce, sivilleşme türküsü söyleyenlerin ağzı açık kaldı.

Daha da önemlisi, Türkiye halkı kendine güvenini yeniden kazandı. Polisin kendisini böcek gibi ezemeyeceğini, devletin kendisine it muamelesi yapamayacağını anladı.

Ve tabii direnişin ilk üç haftasından çok önemli dersler çıktı:

YUMUŞAK GÜCÜ ÇOK SEVDİK

Pasif direniş ve barışçıl tutumun, polis şiddeti ve devlet terörünü nasıl yendiğini gördük. TOMA’nın fışkırttığı suya göğsünü siper eden kadın ve tekerlekli sandalyesiyle TOMA’dan su yiyen engelli yurttaş polisi çaresiz bıraktı. Zırhlı TOMA’lara molotof atmakla övünenlerse -istemeden de olsa- Başbakan’ın konuşmalarına destek çıktı.

EL ELE VERMEYİ ÖĞRENDİK

Farklı eğilimlerin zenginliğini yaşadık. Bir araya gelebildiğimizi, tartışabildiğimizi, ortaklıklar yaratabildiğimizi ve mücadele edebildiğimizi anladık. Türkün Kürdün bayrağından, Kürdün Türkün bayrağından rahatsız olmadığı bir yaşam kurabileceğimize, namaz kılanla içki içenin aynı ağaç altında sohbet edebileceğine kani olduk. %50-%50 tuzağına düşmeyince birleştirebileceğimizi kavradık.

GÜLMEYİ HATIRLADIK

"Öfkeli olduğumu söylüyorlar, öfke de bir hitabet sanatıdır" diyen Başbakan Erdoğan’a gülüp geçmenin yıkıcı gücünü keşfettik. Duvardaki esprili bir sloganın, on yılda ince ince inşa edilmiş bir siyasi söylemi nasıl yerle bir ettiğini, güleryüzle çalışmanın nasıl bir çarpan etkisi yarattığını, yeni ve samimi bir dil kullanmanın güzelliğini deneyimledik…

Sadece bunlar da değil, sosyal medyanın gücünü, sol parti ve örgütlerin olayların nasıl gerisinde kaldığını, kimsenin örgütlemeye çalışmadığı orta sınıf beyaz yakalıların Fight Club misali gündüz çalışıp gece çatışabileceğini gördük. Şimdi soruyorum size, iktidar olsanız bunca şey kaçırmaz mıydı uykularınızı?

Devrin değiştiğini bilen ve bunu herkese gösteren zinde bir güç var artık. Öğrenen ve öğreten, yeni hayatın bilgisine haiz bir güç var. İşte bu yüzden, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Ve sol için de olmayacak.

Her şey yeniden başlayacak....

Mustafa Kuleli
11 Mayıs 2013, Cumartesi

12 Mayıs 2013

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Gazete’den Nazife yazı istemek üzere aradığında fark ettim; annemle ilgili tüm anılarımı sanki kaybetmiştim…

Annesini 25 yaşında yitirmiş 27 yaşında bir insan dahi olsanız, annenizle ilgili bir sürü şey hatırlamanız gerekir. Ama hatırlayamadım.

Küçükken pazara beraber gidişlerimizi ve o yolculuktaki sohbetlerimizi hatırladım. Karşısında yazılarımı okurken nasıl heyecanlandığımı ve beni nasıl cesaretlendirdiğini hatırladım. İki öğretmen maaşıyla üç çocuğunu yetiştirirken kendisi için yapamadıklarını ve programlarımı izlerken nasıl gururlandığını hatırladım. Antidepresan almaya başladığımı öğrendiğinde İzmir’den nasıl geldiğini, delicesine sevdiğim kadın bana döndüğünde kendimi kaptırmamam için nasıl gözlerimin içine baktığını ve son günlerinde yarım dilim ekmek bile yiyemezken O’nun yaptığı pastayı nasıl yediğini hatırladım…

Ama annemle doğru dürüst fotoğrafımız bile yok. Niye böyle?

Anneniz hayattayken, bu hep böyle devam edecekmiş gibi hissedersiniz. Belki biraz yaşlanır, belki bazı şeyleri unutmaya başlar, belki elden ayaktan düşer ama en azından hep sizinle kalacak gibi hissedersiniz. Ezel-ebed. Hep vardı, hep varolacak.

Öyle olmuyor. Üstelik kimse, sizi anneniz gibi karşılıksız sevmiyor…

Henüz O hayattayken fark ettiyseniz bunu ne mutlu, gereğini yapıyorsunuzdur değil mi? Eğer şimdi aklınıza düştüyse bu konu, naçizane önerim, annenizle beraber zaman geçirmeye, o anları özel kılmaya, duyumsamaya gayret edin. Ve buna bugünden başlayın. Sonra çok geç oluyor…

Aslında güzel bir hediye anlamlı olabilir bu yeni hayatın başlangıcını kutlamak için. Ama gerçekten onun için düşünülmüş bir hediye. Bir zoraki günü başınızdan savmak için, âdet yerini bulsun diye satın alınmış bir şeyden bahsetmiyorum.

Annenizin hep gitmek istediği bir yer yok mu? Manzaralı bir çay bahçesi de olabilir, bir kent de… O’nun da çok sevdiği bir yemek yok mu? Acaba biliyor musunuz? Biraz özen gösterseniz fark edersiniz, biraz çalışsanız yaparsınız mesela. Çiçekçiler Anneler Günü’nü fırsata çevirir. Bir sefer de çiçek alacağınıza çiçek yetiştirseniz daha iyi olmaz mı? Belki anneniz Akşam Sefası seviyordur. Çiçekçilerde satılmaz o. Tohumundan büyütüp saksıda götürseniz zahmetinizin lafı mı olur, sizi yetiştirmiş kadının emeğinin yanında?

Sonrası yeni bir hayat. Asıl hediye bu zaten, sizin için de O’nun için de. Geçen her anın biricik olduğunun farkına varmaktan ve bu nedenle anlayarak, duyumsayarak, biriktirerek yaşamaktan daha önemli bir şey olabilir mi?

Acı ama gerçek: Doğumun tam zıddıdır ölüm. Anneniz hep yanınızda olmayacak....

Mustafa Kuleli
29 Nisan 2013, Pazartesi

29 Mart 2013

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Son dönemin başarılı televizyon projelerinden İşler Güçler’de “Diyemedim ya laa” diye bir replik var. Ben bu hafta iki kez, içimden bu repliği söyledim işte. Hatta canım sıkıldı biraz. Başbakan Erdoğan’ın ayranla gündem değiştirme çabası bile neşelendirmedi beni…

Bilen bilir, stüdyodaki konuğa sorular sorarak “aslında ne olduğunu” anlamaya ve anlatmaya çalıştığımız bir televizyon programı yapıyoruz. Bu hafta –alışık olmadığım biçimde- konuklarım bana soru yöneltti. Bir akil insan, barış geldiği için üzülüp üzülmediğimi, bir BDP milletvekiliyse CHP’li olup olmadığımı sordu.

Niyetlerinden şüphe duymuyorum, muhtemelen espri yaptılar, ben de yayında karşılık vermedim. “Barışa karşı değilim” demedim. Zül addederim. Hayatım boyunca yediğim Kürtçü damgasını (ki hiç gocunmadım) ve siyasi görüşümü anlatmaya girişmedim. Ama niye böyle oluyor diye de düşünmeden edemedim…

Öncelikle şunu hatırlamak lazım: Bizim işimiz soru sormak. Sadece, bu dönemde sorulması istenen, meşru, makul, mutedil soruları sormak değil. Her şeyi sormak.

Peki ben ne soruyorum da böyle tepkilere muhatap oluyorum? Vallahi herkesin aklına gelebilecek, basit şeyleri: Akil insanlara yönelik protestoları, başkanlık/barış denklemini, CHP ve MHP olmadan (ki memleketin yüzde 35’i eder) bu sürecin nasıl başarıya ulaşacağını, bu kesimlerin kaygılarının nasıl giderileceğini, AK Parti milletvekillerinin gerçekten barışçı mı oldukları yoksa seslerini çıkartamadıkları için mi öyle göründüklerini, tarafların ne karşılığında tutum değiştirdiğini falan soruyorum.

Sanki biz sormasak kimsenin aklına gelmeyecek. Hemen "Susun susun barış geliyor" diye bir geçiştirme. E vatandaş soruyor işte akillere. “Ne veriyoruz?” diyor. Akillerin yanıt hazır: Hiçbir şey vermiyoruz, provokatör müsün sen?!

Gazeteler desen başka bir âlem. KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan “Kürt halkı, Türkiye’de kimliksiz ve statüsüz yaşayamayacak bir noktaya gelmiştir” diyor, ara ki manşetlerde bulasın. Öcalan serbest kalmadan silah bırakılmayacağını söylüyor, basın saklıyor.

Yahu neyi, kimden saklıyorsunuz? Ne cüretle vatandaşı aptal yerine koyuyorsunuz? Böyle kurnazlıklar ilerde daha büyük tepkiler doğurmayacak mı? Kalıcı barışa giden yolu, esas bu tavrınız tıkamayacak mı?..

Elbette barış gazeteciliği yapacağız, elbette barıştan yana olacağız. İşte bunun biricik yolu da işimizi düzgün yapmaktan geçiyor. Birilerinin sandığı gibi kendimizi sansürlemekten değil.

Velhâsıl-ı kelâm “süreç hassas”, “sorumlu davranmalıyız”, “duyarlılıklarımız olmalı” falan deyip, bizden de akil olmamızı beklemesin kimse. Haluk Şahin hocamızın dediği gibi, gazetecinin makbulü "akil" olanı değil "kıl" olanı, demokrasilerde....