Son Yazılar
Mustafa Kuleli
28 Şubat 2011, Pazartesi

28 Şubat 2011

Mustafa Kuleli

kuleli@evrensel.net

‘İşte terbiyesiz bir adamın oturuşu’, ‘Sarkozy Fransız kaldı’, ‘Kompleksli Sarkozy öyle bir oturdu ki’, ‘Gökçek’ten Sarkozy’ye sakız yanıtı’…

Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Türkiye ziyareti holding medyasında bu başlıklarla haber oldu. Sarkozy holding medyasının ağzına sakız verdi…

Tabii Sarkozy’nin açıklamaları da, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği bağlamında, bir şekilde haberleştirildi. Ama bence asıl önemli olan Türkiyeli gazetecilerle ilgili sözleriydi.

Bir gazeteci ‘Mısır ve Libya’daki halk isyanların ardından tüm dünyanın bu ülkelere model olarak Türkiye’yi gösterdiğini ancak Fransa’nın Türkiye’nin
AB üyeliğine karşı çıktığını hatırlatarak bunun bir çelişki olup olmadığını’ sordu. Sorkozy ise, Cumhurbaşkanı Gül’ü tebrik etti.

Allah Allah? Neden Cumhurbaşkanı’nı tebrik ediyor ki?

Tam olarak şöyle dedi Sarkozy Gül’e: Gazetecileriniz Türk toplumunun geleceğine ne kadar güveniyor!

Ve gazetecilere döndü:
“Keşke Fransa’da da durum böyle olsaydı. Türkiye’ye koşulsuz bağlısınız ve Türkiye’yi koşulsuz seviyorsunuz demek ki, sizi tebrik ederim. Bunu Fransız gazetecilere de söyleyeyim, bazı şeyleri karıştırmamak lazım. İnsan ülkesini severek de gazetecilik yapabiliyormuş, çok sempatik buldum sorunuzu bu bağlamda…”

İşte Sarkozy’nin asıl bu sözleri büyük bir hakaret sayılmalıydı. Ama kimse rahatsız olmamış anlaşılan. Durum kanıksanmış çünkü.

Yani mealen “Siz gazetecilik yapmıyorsunuz, ülkenizin dış politikası ekseninde soru soruyorsunuz, kendi hükümetinize karşı eleştirel değilsiniz” demiş Fransa Cumhurbaşkanı. Ve bu ‘gazetecilik tarzı’ çok hoşuna gitmiş. Kafa tutan değil, palto tutan gazetecilik(!)

Belki kendi özlemi de, Fransa’da aynı böyle bir ‘gazeteci ordusu’ karşısına çıkmak. Ama orada olmuyor işte…

Hatta belki Başbakan Erdoğan’a sormuştur bir yerde, bir şekilde, “Siz nasıl bunları böyle muma çevirdiniz?” diye.

Kim bilir, belki de Başbakan anlatmıştır. Beğenmediği soruları nasıl cevaplamadığını, o soruları soranları azarladığını, akreditasyon uygulamalarını, medya patronlarını yağlı ihaleler ve vergi denetçileriyle nasıl kucağa oturttuğunu, daha da tehlikeli olanların hapsedildiğini ya da vurulduğunu birer birer anlatmış, Sarkozy de bunları çok beğenmiştir.

Bu onların bileceği iş. Onların gündemi…

Ama şu memlekette hiç kimsenin Sarkozy kürsüden indikten sonra gazetecilikle ilgili tek laf etmemesi de bana ağır geldi.

 ...

Mustafa Kuleli
23 Ocak 2011, Pazar

24 Ocak 2011

Mustafa Kuleli

kuleli@evrensel.net

Bir liberale CHP’li desek ya da bir CHP’liye liberal, müthiş rahatsız olurlar değil mi? Neredeyse nefret eder bu iki zümre birbirinden. Anlaştıkları hemen hiçbir konu yoktur. Hiçbir koşulda yan yana gelmezler. Birinci cumhuriyetle ikinci cumhuriyetin kavgası yıllardır böyle sürer gider…

Ama kuracağımız üçüncü cumhuriyetin (ben öyle diyorum) perspektifinden bakınca, liberallerle sosyaldemokratların müthiş bir ortaklığı olduğu ayan beyan görünüyor. O da işçi sınıfının tarih sahnesinden çekildiği fikri. İşte tam bu fikirde buluşuyor, hemfikir oluyorlar birbirleriyle…

Geçenlerde eğitim emekçilerinin düzenlediği bir gecede iki CHP milletvekiliyle aynı masaya düştük. Tanışma ve hoş beşten sonra hemen kendilerini açıklamaya, pozisyonlarını izah etmeye giriştiler nedense... Aslında gençliklerinde ‘Halkın Kurtuluşu’ okuduklarını, yüreklerinin hâlâ solda olduğunu, hâlâ sosyalist soldan pek çok dostlarıyla görüştüklerini ama artık devrin değiştiğini falan söylediler. Milletvekili olarak işçilerin, gençlik hareketinin yanında olduklarını anlattılar. Parti olarak TEKEL işçilerine verdikleri maddi destekten, bir eylemde öğrencileri gaz yemekten nasıl kurtardıklarından dem vurdular.

Sanki pozisyonlarından içten içe utanır gibiydiler. Mahcuptular karşımızda…

Vekillerden birinin “CHP olmasa TEKEL direnişi olur muydu?” sözüne yanıt verirken o tabu kelimeyi, “sınıf” kelimesini kullanınca hemen, artık alıştığımız o meşum cevap geldi: “Sınıf mı kaldı yeaa!”

Evet, bu “Sınıf mı kaldı yeaa!” lafı artık neredeyse bir slogana dönüştü. Birinci ve ikinci cumhuriyetçilerin ortak sloganına… Liberaller artık sınıf kalmadı ‘tespitini’ yapıp, memlekette demokratik dönüşümü sağlayabilecek yegâne gücün AK Parti olduğunu söylüyor ve bu partinin eteklerinde siyaset yapıyor. Sosyaldemokratlar ise yine aynı ‘tespit’ten yola çıkıp siyasetlerinin merkezine İslamcılık-laikçilik kavgasını koyuyor.

Ama ikisinin de dünyaya baktığı pencere aslında aynı. Burjuva siyasetinin iki ayrı tezahürü bunlar. Bir elmanın iki yarısı gibiler hatta. İşte biz bu yüzden ‘sınıf siyaseti’nde ısrar ediyoruz. Ve muhtemelen onlar da bizlere içlerinden aynı şeyi söylüyorlar:

“Şu geri kafalılara bak, hâlâ nelerle uğraşıyorlar. Sınıf mı kaldı yeaaa!”

 ...

Mustafa Kuleli
17 Ocak 2011, Pazartesi

17 Ocak 2011

Mustafa Kuleli

kuleli@evrensel.net

Başbakan malum, tanrıya inanan, muhafazakâr değerlerle yetişmiş, tutucu bir insan. Geçenlerde, “bunlar aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içiyor!” dedi ya, bilinçaltı yine bir anda ortaya dökülüverdi, aslında iyi de oldu…

Şimdi, her koşulda AK Parti Hükümetini desteklemesi gerektiğine inandırılmış bazı şaşkınlar, ortalarda dolanıp, hafif de utangaç bir tonda, “ama efendim içki sağlığa zararlı değil mi?” falan diye geveliyor. Devlet bizim sağlığımızı korumakla mükellefmiş!

Bana en komik gelen içki-karşıtı argüman da bu... Almanya’da, Fransa’da, İspanya ve Yunanistan’da insanlar hemen her gün içiyor. Hepsi de bizden uzun yaşıyor. Demek ki, içkiden önce konuşmamız gereken başka konular var. Sağlık hizmetleri, her gün yediğimiz ne idüğü belirsiz şeyler, yaşadığımız çevre, neden bu kadar insanın kanserden öldüğü gibi mesela…

Aslında bence mesele sadece içki de değil. İçki bir sembol: Modern-kentli-batılı yaşamın sembolü… Bu tutucu kadronun hazmedemediği şey biraz da bu. Taşralı zevklerle bezeli, kaba bir köylü muhafazakârlığını yayıyorlar her geçen gün. Kentli İslami gelenek artık daha da görünmez.

Kent dindarlığının o derin içeriği, sosyal ve kültürel yanı gündemden düşürüldü. Bugün inançla ilgili meseleler artık daha çok siyasi tartışmaların konusu.

Yine de tarihimizde, kentli İslam’ın yaygın, hâkim olduğu dönem hiç de kısa değil. O dönemlerden efsanevi bir karakterin hikâyelerini nakledeceğim bu hafta. Maksat haftaya güleryüzle başlayalım:

Sultan Dördüncü Murat, koyduğu içki yasağını kontrol için tebdili kıyafet teftişe çıkar. Bir kayığa binip, Boğaz’ı dolaşacaktır. Kayıkçı bizim meşhur Bekri Mustafa’dır. Kıyıdan açılırlar, Bekri Mustafa şişeyi zuladan çıkarır, iki fırt çeker, kılık değiştirmiş sultan sorar:
-O nedir?
-(Bekri ihtiyatlıdır) Kuvvet şurubu, iki yudum içince kürek falan vız gelir bana.
-Birader ver iki yudum da ben içeyim
Bekri acır, kimse görmez, gariban içsin iki yudum şarap der. Şişeyi uzatır, Sultan kafaya diker.
-Ulan bu düpedüz şarap!
-Evet şarap.
-Ulan ben şarabı yasak etmedim mi?
-Lan sen kimsin şarabı yasaklayacak?
-Ben Sultan Murat’ım!
-Ulan vurdum mu küreği yuvarlarım seni aşağı, daha iki yudum içtin kendini padişah zannettin, şişeyi bitirsen hâşâ dünyayı ben yarattım diyecen!

*    *    *

Bekri Mustafa’yı rica minnet camiye götürmüşler, Hoca başlamış anlatmaya:
-Bir yer vardır ki orada zengin fakir ayırımı yoktur. Dertli giren neşeli olur. Oraya giren herkesin gönlü ferahtır. Bilim bakalım burası neresidir?
Bekri Mustafa cevabı yapıştırmış:
-Neresi olacak meyhane!

*    *    *

Zamanın belli başlı softalarından biri camide vazediyormuş:
-Her kim şarap içerse, yarın ahrette fitil fitil burnundan gelecek!
Bekri Mustafa bunu duyunca:
-Oooh, ne âlâ! Biz de doldurup doldurup çekeriz....

4 Ocak 2011, Salı

Hayat Dergi - Aralık 2010

SÖYLEŞİ: MUSTAFA KULELİ

mkuleli@hayattv.net

Sertab Erener, Aynur Doğan ve Ayşenur Kolivar… Aynı sahnede, kendi dillerinde şarkı söylüyorlar…

Rüya gibi değil mi? Rüya değil ama… 6 Kasım günü Biriz projesi kapsamında bu üç büyülü ses, 6 inançtan ilahiler okuyan Antakya Medeniyetler Korosu’yla beraber sahne aldı.  Bir düş gerçek oldu.

Projenin sahibi Demir Demirkan’ın  "Sahnede bir olabiliyorsak, bunu bu toprağın üzerinde de başarabiliriz” diyerek giriştiği projede amaç, etnik bütünleşmeyi anlatmak.

Biz de bu projeye can veren ve ‘bir olma’ isteğimizi tekrar vurgulayan bu dört sanatçıyı yeniden bir araya getirerek sanata, hayata ve siyasete dair görüşlerini aldık…

AYNUR DOĞAN: GEÇMİŞİMİZ ÖTEKİ OLMALARLA DOLU!

- Projeden nasıl haberdar oldunuz?
Teklif, projenin sahibi Demir Demirkan'dan geldi. Bu ülkenin sanatçılarının, müzisyenlerinin, aydınlarının, siyasetçilerinin ve sivil toplum örgütlerinin bir araya gelip, bir birliktelik oluşturması toplum için çok önemli. Çünkü biz bir araya gelmeyi başarabiliyorsak, toplumları da bir araya getirebiliriz.

-"Biriz" ismini duyunca ne düşündünüz?
Geçmişimiz öteki olmalarla dolu ve birliği en çok özleyenlerdeniz. Zaten birlik duygusu benim inancımın da temel taşıdır, dolayısıyla bu isim ve içerik bende hemen yerini buldu. Ve tüm bunların yanında projedeki özel ve başarılı müzisyen arkadaşlarla beraber aynı sahneyi paylaşmak ayrıca keyifliydi.

-Ben de tam bunu soracaktım: Hazırlık süreci nasıl geçti? Sertab Erener ve Ayşenur Kolivar’la çalışmak nasıldı?
Projeden yola çıkarak belirli şarkılar seçtik, Demir, Sertab ve ben şarkılar üzerinde hemfikir olduk. Ben turnede olduğum için provaları son iki gün içinde gerçekleştirdik. Ayşenur tanıdığım ve sevdiğim bir arkadaşım. Sertap Erener gerçekten bizim yılardır takdir ettiğimiz bir müzisyen. Disiplinli, işiyle arasındaki bağı iyi koruyan, kaliteli işlere imza atmış, başarılı bir müzisyen ve yorumcu. Özellikle Demir Demirkan'ın düzenlemeleriyle ve  Sertab'ın eşliğiyle şarkı okumak ayrı bir zevkti...

-Sahnede neler hissettiniz?
Çok eğlenceli ve güzeldi. Her birimiz sahne üzerinde büyük keyif aldık. 

-Kimlik sorunlarının çözümünde, demokratik bir ülke yaratma sürecinde kadınlara düşen özel bir rol, bir görev var mı peki?
Aslında herkes büyük bir çaba sarf ediyor ama demokrasi sürekli gümrüğe takılıyor. (Gülüyor)  Söz konusu demokratikleşme olunca herkese görevler düşüyor. Kadınların buna en çok ihtiyaç duyan unsur olduğu kesin. Çünkü kadınlar haksız yaşamın başını çekenlerdir. Dolayısıyla kadınların hakkını araması ciddi bir başlangıçtır ve bunun temel ihtiyacı bilinçlenmedir.  Çünkü kadın tenine biçilen kılıflar yapıştırılmış, çıkarılamıyor... Ne zaman kendi kılıfının farkına varırsa o zaman uyanacaktır kadın...

-Yıllar önce risk alarak Kürtçe söylemeye başladınız. Şimdi sanki Kürtçe söylemek kolaylaştı ve popüler oldu. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizi rahatsız ediyor mu?
Bana da çok rahatlamış gibi gelmiyor. Şu anda önceki yıllara göre daha rahat söyleniyor olabilir, yani resmi olarak bile yasak olmayabilir ama pratikte bunun için üretilmiş bir çözüm yok. Sadece bir yasayı ortadan kaldırarak sorun çözülmez, bu yasanın yürürlüğünü de kontrol etmek gerekir.  Kürt müzisyenleri kendi imkânlarıyla albümlerini yapıp, olanaksızlıklar içinde konserler verip bunun üzerinden hayatlarını idame ettirmeye çalışıyorlar. Zaten Kürt müziği için telif ödenmiyor, kimse sponsor da olmuyor, bilet satışlı konserler ile salon kiralarını bile çıkaramıyorlar, çünkü sanırım dünyanın en az sayıda ve en pahalı konser salonlarına sahip bir ülkeyiz, şimdi Kürt müziği gerçekten serbest mi sorusunu herkes tekrar düşünmeli bence...

-Ekonomik eşitlikten de mi bahsetmeliyiz?
Eşit haklara sahip bir yurttaşlık iddia ediliyorsa, hakkaniyetli olmalı! Yani bizimkisi tıpkı kendi köyümüzden çıkıp diğer köye şarkı söylemek oluyor... Durum bundan ibaret. Sadece rahat şarkı söyleyebiliyoruz ama maddi olarak karşılıksız... Herkes her şarkıyı her yerde istediği gibi kullanıyor ama Kürtçe olduğu için eser sahibinden izin alma gereği bile duymuyorlar. Hatta çoğu zaman sanatçının bakış açısına uymayan yerlerde bile eserleri kullanabiliyorlar…

AYŞENUR KOLİVAR: BİR OLDUĞUMUZ İÇİN Mİ HRANT DİNK’İ ÖLDÜRDÜK?

-Sizin açınızdan nasıl geçti Biriz projesi?
Demir beni ilk aradığında açıkçası şaşırdım. Demir Demirkan, Sertab Erener gibi popüler isimlerin içinde yer alması ayrıca dikkatimi çekti. Proje nedir, ne değildir anlamaya çalıştım. Başlık güzel ama dertler çok da ortak olmayabilir diye düşündüm. Sonra Demir’in hassasiyetlerini görünce çok mutlu oldum.

-Tam olarak kaygınız neydi en başta?

Derdimi duygularımı anlatamayacağım bir ortam olmasından korkmuştum. “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan bu günlerde” lafını çocukluğumdan beri sık sık duydum ve bunu söyleyen ağızlar neler yaptılar bu ülkeye. Bu yüzden “biriz” lafına mesafeliyim. Ayrıca bir olduğumuzu da düşünmüyorum. Bu bir niyet.  Ama biz, bir olduğumuz için mi Hrant Dink’i öldürdük? Bir olduğumuz için mi bazı insanlar aç. Bir olduğumuz için mi insanlar acılar çekiyor? Evet, özünde birmişiz ama biz bunu bozmuşuz. Biriz, biriz diyenler bozmuş üstelik. Şimdi inatla yeniden “Hayır biz biriz!” demek çok güzel. Çünkü bir olmak istiyoruz demek aslında bu.

-Sertab Erener gibi çok popüler bir sanatçının bu projede yer almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok tepki almış: İnternet sitelerinde “Bir daha da Sertab dinlemem” diyen yorumlar, “Bizim paramızla nasıl Kürtçe söylersin” diyenler, “Sen Diyarbakır’a konsere de gidersin” yazanlar… Sanki Diyarbakır bu ülkenin bir parçası değil.

-Risk mi aldı Erener?
Evet, meğer ne büyük riskmiş bu kendi kitleleri açısından. Açıkçası takdir ettim. Biz yıllardan beri sol etkiliklere katılıyoruz elbette ama aynı şey değil ki onlar için. Radikal bir çıkış Sertab ve Demir için.

-“Ortam rahatladı şimdi herkes söylüyor” diyor bazıları, katılır mısınız?
Yok, olur mu hiç? Baksanıza Sertab’a hala nasıl tepki gösteriliyor. Ben Lazca, Rumca söylüyorum diye Karadeniz’de konser veremiyorum hala.

-Bir dakika, nasıl yani? Lazca söylediğiniz için Karadeniz’de mi konser veremiyorsunuz?
Evet, aynen öyle.  Karadenizlilerden tehdit alıyorum ben, “buraya gelemezsin, burada konser veremezsin” diye. Ama hiç umurumda değil. Ben mutluyum, inandığım işleri yapıyorum.

-Açıkçası Karadeniz’de Lazca söylemenin Kürtçe söylemekten daha tehlikeli olacağını hiç düşünmemiştim…

Adam konserimi iptal ediyor, diyor ki “Siz o bölücü dilde burada şarkı söyleyemezsiniz!” Güler misin ağlar mısın? Anlayamıyorum, algılayamıyorum…

DEMİR DEMİRKAN: KENDİMİZİ BU ŞEKİLDE SEVELİM

-Bu projenin fikri nasıl ortaya çıktı? Neden böyle bir proje yapma ihtiyacı hissetiniz?
Proje zaman içinde son halini buldu. İlk başladığımda daha çok Türkiye-Avrupa entegrasyonu tabanlıydı. İlerledikçe aslında kendi ülkemizdeki entegrasyonu taban almak bana daha doğru geldi. Öz bütünlük sağlandığı takdirde ilişkilerimizin birey olarak da toplum olarak da daha doğru ve geçerli olacağını düşünüyorum. Bu fikirler üzerinden bir müzikal proje düşündüm ve İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olma yılı bunun için çok doğru bir zamanlamaydı. Çeşitlilik üzerinden derin bir birlik olma konusunu uzun zamandır inceleyip düşünüyordum. Benim üretim dilim müzik olduğu için de ortaya "Biriz" çıktı.

-Bugünkü durumda sizce gerçekten "bir" miyiz?
Henüz çeşitliliklerimizin farkına varıp kabul etmeyi öğreniyoruz toplum olarak. Bu bizde olan bir yetiydi zaten ama şimdi tekrar hatırlıyoruz. "Bir" olma hali karar verip de o şekilde davranmayı idealleştirmekle olacak bir şey değil. Gereken sadece toplumumuzun çeşitliliğini ve derinliğini kabul etmek ve kendimizi bu şekilde sevmek.

-Herkesin eşit haklarla "bir" olabilmesi için sanatçılar ne yapabilir?
Sanatçının insani duyarlılığıdır önemli olan. Eşit hakları savunmak için sanatçı da olmaya gerek yok açıkçası. Gözlem yeteneği, muhakemesi ve duyarlılığı, sıradanlığın üstüne çıkmış her birey doğal olarak eşitliği ve çeşitliliği benimseyip, ayrımı ve çatışmayı reddedecektir.


* mkuleli@hayattv.net

 ...

29 Aralık 2010, Çarşamba

Hayat Dergi-Kasım 2010

SÖYLEŞİ: MUSTAFA KULELİ

mkuleli@hayattv.net

Erkan Can’la Beşiktaş Kültür Merkezi’nin yan tarafındaki Beşiktaş Köftecisi’nde buluşuyoruz. Vaktimiz dar... Bir yandan köfte yiyip bir yandan konuşmak zorundayız. Zira birazdan oyunu başlayacak.
Bir yandan anlatıyor, bir yandan gelip geçenlerin selamını alıyor. Arada da “Sen ye yemeğini, aç kalma” diye uyarıyor beni.

Buluşmamız zor oldu.
Evet.

Çok koşturuyoruz. Nedir bu koşturma? Nereye koşuyoruz? Niye koşuyoruz?
Dünya işte be oğlum. Çağ, böyle oldu. Ya da, İstanbul böyle oldu.

Altın Portakal’a bakıyoruz üç tane filmin var, televizyona bakıyoruz dizin var, şimdi Beşiktaş Kültür Merkezi’nin yanındayız, burada oyunun var.

Hayat şartları zorluyor işte. Ekonomik durum zorluyor. Kapitalizme degman olduk yani.

Ne dedin hocam, anlayamadım? ‘Degman’ mı olduk?
Evet, degman. Esir olduk yani. Eller yukarı!

Bir oyuncu için bu insanî bir durum mu? Altından kalkılabilir bir şey mi?
Tüketiyor tabii. Yoruyor… Ama boşa koşturmuyoruz. Koşturduğumuz şey yine işimiz gücümüz… Her tarafa yetişmeye çalışıyoruz.

Oyuncu bu kadar çalışınca kendisini tüketmiyor mu? Nasıl kendini yeniden üretiyor?
E, tiyatro yapıyoruz işte oğlum. Tiyatro bizi şarj ediyor. Enerji veriyor. Diğer tarafta kaybettiklerimizi, burada kazanıyoruz… Bir de metropolde yaşıyoruz yani. Bir gürültü kirliliğinin içinde yürüyorsun. Bu beni çok darlandırıyor. Niye? Kulaklarım sakat çocukluğumdan beri. Biri ameliyatlı, yüzde 40 kayıp var. Bana bu sesler, bu uğultu çok kötü geliyor.

Gürültü deyince benim aklım başka yerlere gitti. Oyuncu, sanatçı, yazar-çizer, gazeteci camiasının da kendi içinde bir gürültüsü vardır ya. Hani Beyoğlu çevrelerinde dedikodu kazanları kaynatılır. E çok iş yapınca dedikodusu da çok oluyor. Rahatsız olmuyor musun bu ortamdan?

Yok be yahu, isteyen istediğini söylesin. Eğer çok derdi varsa, çok sıkıntılıysa benimle ilgili, gelsin konuşalım. Kimseye haksızlık etmek olmaz. Onlar bana etmeyecek, ben de kimseye etmemeye bakacağım. Nasıl engellenir ki laf-söz. Dövsek-sövsek bize yakışmaz.

Ama yakıştırılıyor galiba... Gelen rol teklifleri de hep “baba” rolleri. Racon kesenler, mafyatik tipler falan...
Evet, kabadayı rolleri oynuyoruz. Yapımcılara sormak lazım tabii. Biraz da Gemide filminden sonra böyle oldu. Hani Yeşilçam’da da öyledir ya, bir tip yapışır oyuncunun üzerine... Ama yavaş yavaş bunu değiştirme zamanı geldi gibi.

O gün çekimin olmasa bile sete gidiyormuşsun, neden? İnsanları mı gözlüyorsun?
Aynı zamanda öyle tabii. Yani radar, sonar hep açık gidiyorum zaten. Telsizimizi de kapatmıyoruz. Biz de her zaman öyledir. Sonra orası beni mutlu ediyor. Kamera nereden, ne çekiyor? Tekli mi, çiftli mi, genel plan mı, nasıl alıyor? Bunlara tekrar tekrar bakarak öğreniyorum.

Sette, mesela set işçileriyle sohbetlerin olur mu?
Olmaz olur mu? Benim sahnem olmadığı zaman, ben zaten sette hep onlarlayım.

Diyorlar ki; bir oyuncunun, bir sanatçının, bir set işçisiyle konuşacak ne mevzuu olabilir?
Set işçileriyle beraber olmaktan şeref duyarım. Onlar sinemanın emekçileri. Bir kere onlar sinemayı benden daha iyi biliyor. Bu işin ceremesini onlar çekiyor. Bir de onun üzerine hava civa yaparsan olmaz yani. Öyle yapan arkadaşlar herhalde genç arkadaşlar. Bazı şeyleri sindirmek, taşımak zordur. Düşe kalka onlar da anlayacaklardır bu işin öyle kolay olmadığını. Yolları uzun. Şöhreti taşımak zor bir de. Genç arkadaşlara tavsiyem, böyle yapmasınlar… Benim en nefret ettiğim şeydir. Yanımda yöremde biri öyle hava yapıyorsa çok fena fırça yer benden. O zaman kızarım işte.

Hocam, arada baya kızdığına dair şeyler duydum…
Rüzgârdır hepsi oğlum. Geçer.

Biraz sektörü de konuşalım istiyorum. Uzunca bir zaman, diziler sinema sektörünü öldürür mü diye tartışıldı. Dizi-sinema-tiyatro arasında nasıl bir ilişki var?

Bu üçgen birbirini destekler, bitirmez. Bak bizim tiyatromuza, her gece ‘full’ oynuyoruz. İnsanlar evlerinde koltuklarına çivili değil ki. İyi bir oyun, iyi bir film olursa gidiyorlar. Çünkü televizyonda da belli bir kirlilik var. Temizlik olacak elbette. Bu da bir süreç. Bu da yaşanmalı. Ama en nihayetinde televizyon sinemayı destekler. Çünkü televizyon, yeni-eski herkesin antrenman sahası. İşleyen demir ışıldar misali… Ayrıca yönetmenler, yapımcılar dizilere bakıp oyuncu seçebiliyor, bu da önemli. Yani hepsi birbirini besliyor.

Bir de hayat gailesi var…
E tabii, sinemada da öyle uçuk paralar yok. Adam evine ekmek götürecek. Yılda iki tane filmin parasıyla yaşayamaz ki. Televizyon, adamın işini yaparak para kazanmasını sağlıyor. Çalışma saatleri uzun, sigortası yok, sendikası yok, gelecek garantisi yok ama adam işini yapıp para kazanmak istiyor.

Bu televizyondaki kirlilik meselesini biraz açalım hocam. Neyi kastediyoruz tam olarak?
Bir sürü dizi var sonuçta. Hepsi ardı ardına geliyor. Bazıları üçüncü bölümde yayından kalkıyor. Bir karmaşa var.  Her dizi bir hikaye anlatıyor ve neticede ekranda çok hikaye oluyor. Süreler kısalırsa, dizilerin kalitesi de artacak. Seyirci de bunu zevkle izleyecek. Yazarlar, oyuncular, set işçileri çok zorluk çekiyorlar şimdi.

Sen dizi izliyor musun hocam?
Vakit yok ki. Bölük pörçük bakıyorum. Kim nerede oynamış diye. Baştan sona izlediğim bir dizi yok yani. Bir gezerim kanalları, artık ne denk gelirse. Filmlere bakarım, haber programlarına bakarım.

Burada, Beşiktaş Köftecisi’nden kalkıp BKM’nin kulisine geçiyoruz. BKM’de çalıştığını tahmin ettiğim genç bir kadın üzerinde Che Guevara’nın resmi olan bir kutu hediye ediyor Erkan Can’a. Kutunun içinden kızıl yıldızlı yara bantları çıkıyor. Can’ın arabasının üzerinde de Che’nin resmi varmış…

Hocam sende solculuk var galiba biraz…
E, severim solcuları.

Peki nasıl tanımlarsın solculuğu? Solcu var, solcu var. Senin kafandaki solcu imajı nasıl?
Marksizmi okumuştur ve ona göre yaşar. Etik davranır. İnsan haklarına saygılıdır. İyi niyetli, yapıcı ama haksızlara sonuna kadar karşı. Haksızlıkları eleştirebilen ama aynı zamanda özeleştirisini de verebilen… Öyleydi eskiden. Şimdi de öyle arkadaşlar var…

 

---------------------------------------------------------------------------


Toplumda hakikaten senin oynadığın gibi karakterler var mı? Yani bir yandan kabadayı, baba ama bir yandan da iyi kalpli…
Var, hem de çok. Bir sürü abimiz vardı öyle. Hala var. “Ulan vay be, ne adam” diye baktığım insanlar var hâlâ. Adam gibi adam. Oturup kalkması güzel, konuşması güzel, içmesi güzel…

Erkan Can da öyle bir adam mı olmak ister?
İyi anılmak isterim. Nasılsam oyumdur. Şimdi burada kendimizi anlatmayalım oğlum! (Gülüyor) Allah Allah!

---------------------------------------------------------------------------


Çoğunluk filminde Çoğunluk tarafından tartaklanan bir Erkan Can görüyoruz. Haklı olduğu halde, dayak yiyor…
Güç sahibi olanlar, bir anlamda çoğunluk oluyor. Ve iyi adamlar da var. O da taksici işte. Azınlığa kalıyor iyiler belki. Belki iyiler çoğunluk ama hakim olan kötüler. Azınlık olan çoğunluk daha hakim, çoğunluğa hükmediyorlar. Bilmiyoruz yani şimdi. Böyle bir durumu anlatıyor bu film.

---------------------------------------------------------------------------

 

ERKAN CAN KİMDİR?

Erkan Can 1 Ocak 1958'de Bursa'da doğdu. Tiyatro hayatına 1974 yılında Bursa Devlet Tiyatrosu, Ahmet Vefif Paşa Sahnesi'ndeki tiyatro kurslarına giderek başladı. Demirbaş Endüstri Meslek Lisesi'nden mezun oldu. 1985 yılında İstanbul Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü'ne girdi.

1992 yılında sevilen televizyon dizisi "Mahallenin Muhtarları"nda Temel karakteri ile televizyon dünyasına girdi. 1998 yılında "Gemide" adlı filmde başrol oynadı ve büyük bir hayran kitlesi oluştu. Aynı yıl 35. Antalya Film Şenliği'nde "En İyi Erkek Oyuncu" ödülü aldı. Aynı film ile 1999 yılında Ankara Film Festivali'nde ve Orhan Arıburnu Ödülleri'nde "En İyi Erkek Oyuncu" ödüllerini aldı.

2000 yılında "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar" ve yönetmenliğini Ömer Faruk Sorak ile Yılmaz Erdoğan'ın yaptığı "Vizontele" adlı sinema filmlerinde rol aldı. Ardından 2003 yılında "Yazı Tura" adlı filmde Firuz karakteriyle karşımıza çıktı. Ertesi yıl bu filmdeki oyunculuğu ile SİYAD Türk Sineması Ödülleri'nde "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" ödülünü aldı.

2005'de "O Şimdi Mahkum" adlı filmde rol aldı. Aynı yıl "Pamuk Prenses II" adlı kısa filmde bir mafya babasını canlandırdı. 2006 yılında yönetmenliğini Özer Kızıltan'ın yaptığı "Takva" adlı filmde Muharrem adında bir tarikat mensubunu canlandırdı. Film gerek konusu gerek Erkan Can'ın üstün oyunculuğu ile büyük yankı uyandırdı. Erkan Can bu filmdeki üstün oyunculuk performansı ile Antalya Film Şenliği'nde ve SİYAD Türk Sineması Ödülleri'nde "En İyi Erkek Oyuncu" ödüllerini aldı....