Son Yazılar
Mustafa Kuleli
16 Ocak 2012, Pazartesi

16 Ocak 2012

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

‘Yeni medya düzeni’ diye bir laf var, duymuşsunuzdur. İnternetle, gelişen teknolojiyle, bilişimle ilgili bir şey... Şimdilerde ise sık sık AK Parti’nin muma çevirdiği ‘medyalama’ ortamı için kullanıldığını duyuyorum bu lafın. Üzülüyorum. Çünkü ‘uluslararası toplum’ gibi ‘yeni medya düzeni’ sözünde de geleceği görüyorum. Ve komünistler gelecekten gelmiş insanlardır. Marx, komünizme kadar geçen zamana ‘insanlığın tarih öncesi’ demiyor muydu?

Dağıtmayayım konuyu. Bu yeni dönemden bahsedeceğiz bu gün. Herkes ‘yeni’den bahsettiğine göre ‘eski’ olana bir bakmak gerek ki, anlayalım gideni ve geleni:

Eski medya düzeninde, yani asıl haber kaynağının basılı gazeteler olduğu zamanlarda (18 yaşın altındakiler hatırlamaz), bir tarafta içeriği üreten profesyonel gazeteciler bir tarafta içeriği tüketen okurlar vardı. Karavanada ne çıkarsa, okur onu yerdi. Verici ve alıcı. Tek yönlü, basit bir ilişki…

Yeni medya düzeninde ise artık manşetleri sadece profesyonel gazeteciler atmıyor. Haberi okuma ve paylaşma eyleminin bizatihi kendisi,çoğu zaman neyin manşet olacağını belirliyor.

Mesela bir internet haber sitesinde ancak ve ancak çok okunan/okunacak haberler, sayfanın üst taraflarına çıkartılabiliyor ve dahası orada kalabiliyor. Editörler önlerindeki ekranlardan hangi haberin ne kadar okunduğunu anlık olarak takip edebildiklerinden, yeni medya düzeninde haber hiyerarşisini okurların ilgisi belirliyor. Ya da en azından bize böyle söyleniyor.

Peki gerçekte böyle mi?

Elbette yeni medya düzeninin profesyonel aktörleri editörler, eski medya düzeninin kötü alışkanlıklarıyla yola devam edebiliyor. Böylece haberlerin içindeki ‘apoletli’, erkek egemen, muhafazakâr ve işçi düşmanı dil olduğu gibi duruyor. Değişmiyor. Burada ‘yeni’ bir şey yok.

Sonra bir de haberlerin dışı var. Seçilen spekülatif başlıklar, görseller, okura ‘gel gel’ yapan spotlar nedeniyle okur aslında okumak istemeyeceği haberlere de tıklıyor. Özetle, sürecin yüzde yüz belirleyicisi olamıyor.

Yine de, bu yeni düzende, eskiye göre çok daha katılımcı, demokratik, şeffaf bir şeyler var. Mesela,okurlar içeriğin tüketicisi olmanın yanı sıra aynı zamanda sistemin üreticisi ve ortağı da. Okurlar hangi haberin manşete çıkacağına yön verdiği gibi, ayrıca twitter gibi sosyal medya ağları aracılığıyla gündemi belirliyor ve hatta gündem yaratıyor.

Daha da önemlisi, internette şartlar daha önce hiç olmadığı kadar eşit. Özellikle de yayınlar açısından. Dünyanın en çok ziyaret edilen 391. sitesi hurriyet.com.tr ile 31 bininci sol.org.tr ya da 111 bininci evrensel.net kullanıcıya aynı uzaklıkta: Bir tık!

Özgün haberlerin var mı? Bunları ilgi uyandıracak şekilde sunabiliyor musun? Hızlı mısın? Tamam o zaman. Bilinirliğin daha az, kadron nispeten kısıtlı, bütçen görece düşük olabilir. Yeni medya düzeninde bunlar artık ikinci planda. Haberler facebook, twitter gibi sosyal paylaşım ağlarında dolaşıma girince geriye sadece içerik kalıyor. Ve iyi olan kazanıyor.

Öykü ve Berk kardeşlerin ‘Evlerinin önü boyalı direk’ videosunu izlerken iyi bir kayıt kalitesi umurumuzda mıydı? Zaytung’un berbat tasarımına ya da 4 kişilik kadrosuna aldıran var mı? Ekşisözlük bir yerlere reklam vererek mi popüler oldu?

Demek ki mesele kaliteli ve özgün içerik. Yeni medya düzeninde gerisi zaten geliyor.

 

*Hakuna matata: Swahili dilinde ‘takma kafana’, ‘problem yok’ anlamında bir deyiş.

Hakara makara: Başbakan Erdoğan’ın dilinde ‘boş-beleş işler’ ‘abecilik’ anlamında bir söz.

 ...

Mustafa Kuleli
14 Aralık 2011, Çarşamba

14 Aralık 2011

MUSTAFA KULELİ

AK Parti, CHP’ye sadece bir kez yenildi; Antalya’daki yerel seçimde. Başbakan Erdoğan bu olay için ‘Çok ama çok anormal bir durum’ dedi. İşte o anormal durumu yaratan kişi şimdi, AK Parti’nin hep kazanmasının ve CHP’nin hep kaybetmesinin sırrını anlatıyor…

‘AKP CHP’ye bir kere yenildi ben de o kampanyayı yapan kişiyim’

Reklamcı İlyas Başsoy’un kitabının arkasında böyle yazıyor. Ve bu cümle doğru.

Belki biraz eksik denebilir. Hemen herkesin AK Parti’nin Antalya Adayı Menderes Türel’in seçilmesini kesin gözüyle baktığı, kimsenin CHP’ye şans tanımadığı, o kadar ki, Antalya’nın büyük ilçelerinin CHP’li belediye başkanlarının bile Büyükşehir için aday olmak istemediği gibi detayları kitabı okuyunca öğreniyoruz.

Ve elbette Antalya’daki kampanyanın detaylarından, Türkiye genelindeki seçim sonuçlarına varıyoruz…

Okuru daha fazla bekletmeyelim: AK Parti neden kazanıyor?
AKP iyi algı yönetimi yapan, somut projeler söyleyen, teknik bir parti. Bu yüzden kazanıyor. Üst üste bu kadar seçim kazanmak öyle kömür dağıtmakla falan açıklanamaz.

Türkiye’de yüzde 65 sağ, yüzde 35 sol oy olduğu ve bu yüzden CHP’nin hiçbir zaman iktidar olamayacağı söyleniyor. Böyle mi hakikaten?
Madem öyle CHP niye %26 alıyor? Bana göre 2011 genel seçiminin sonucu şöyle: % 25 AKP, % 25 CHP, % 25 de Selim Türkhan Partisi (STP) yani siyasetsiz seçmen partisi. Kitapta bunu uzun uzun anlatıyorum. Kim diyebilir ki Erdoğan kendi dindar muhafazakâr sağcı kimliğinden ödün verdi? Ama ortadaki STP ile koalisyon yapmak için onun yanına hizmet, yatırım, büyük Türkiye gibi bir takım şeyler koyuyor ve o insanları cezbediyor. Cevap bu. Ortada bir seçmen kitlesi var; yüzde 25-30 gibi bir kitle. Bunlar kararsız değil, siyasetsiz. Onlar bu röportajla, bu kitaplarla filan hiç ilgilenmiyor; televizyonda dizi izliyor, maçları takip ediyorlar. ‘Hayat güzel giderken’ siyasi olmayan kararlarla oy veriyorlar. ‘Bak adam duble yol yaptı, hastaneler yaptı, kocaman binalar oldu, paranın sıfırları silindi, enflasyon bitti’ diyorlar. CHP bu insanlara bugüne kadar hiçbir şey söylemedi. Vaktiyle Demirel, Özal’ı çok iyi okumuş ve icraatlar sunan göz kamaştırıcı bir kampanya ile Özal’ı yenmişti. CHP yakın tarihteki bu okumayı bile yapmadı. ‘2000 kilometre otoban da biz yapacağız’ deseydi seçim sonuçları böyle olmayacaktı.

‘VATANDAŞ SİYASİ ATIŞMALARI DİNLEMİYOR’

Bir yandan da yerleşik bir algı var; CHP’liler iş bitirici değildir, beceriksizdir gibi. Erdoğan da epeyce işledi bu fikri. Bu algıyı değiştirmek kolay mı? Kılıçdaroğlu bunları söylese inandırıcı olur mu?
Bu algıyı tek başına Yılmaz Büyükerşen bile kırabilir. Türkiye’nin en güzel kentini inşa etti ve arkasında iktidar yok. Tek bir örnek bile paradigmayı kırar ki başka örnekler de var. Seçim boyunca Kılıçdaroğlu’nun ayağına çok güzel toplar geldi ama hep taça attı. Örneğin Başbakan ‘Çılgın Proje’ dedi. Kılıçdaroğlu ‘Bu kadar fakirin olduğu ülkede çılgın proje yapılmaz’ dedi. Bunu der demez bütün Selim Türkhan’lar ‘Bu proje istihdam için yapılıyor, demek ki CHP bunu anlamıyor, demek ki CHP dar kafalı bir memur partisi, demek ki CHP iktidara gelse çivi çakılmaz bu ülkede’ diye düşündü. CHP, yıllardır sürekli siyasi atışma tuzağına düşüyor. AKP ak derse, kara demekle görevini yapacağını düşünüyor. Selim Türkhan bu siyasi atışmaları hiç dinlemedi, hiç dinlemez. Atışma AKP’ye yarar.

Şu meşhur Selim Türkhan nasıl bir insandır, ne ister?
Selim Türkhan hayali bir insan ama onu her yerde, hatta kendinizde bile görebilirsiniz. Öne çıkmaya çalışmaz ama yine de görülmek ister. Erdoğan onları görüyor, onların gözünün içine bakarak konuşuyor. Selim Türkhan, heyecanlanmak istiyor, saygı istiyor. Proje söylemi, projeden öte, sırf bu söylemi yaparken duyulan heyecandan ötürü onu etkiliyor.

‘PLAZALAR AKP'Lİ OLUYOR’

Klasik bir CHP’li bu noktada şöyle der: İyi de kardeşim o zaman nerede kaldı bizim sosyal demokratlığımız? Biz insanlara yalan mı söyleyeceğiz? Sonra o projeleri yapamazsak ne olacak?
Türkiye büyük ekonomi. Yapamama gibi bir şey olamaz. Niye yapılmasın? Bu söylem tamamen AKP’ye bırakıldıkça öyle bir şey oldu ki, şu an 18 yaşında olan bir delikanlı AKP’den önce kağnılarda yaşadığımızı sanıyor. CHP’deki bu kafayla üçüncü dönemin sonunda AKP yüzde 60’ın üzerinde oy alabilir. Çünkü artık geçmişte ona hiç inanmayan bir kitle de inanmaya başladı. Üçüncü dönemin en büyük değişimi bu. ‘Benim rakıma, şarabıma dokunmuyor, hayat tarzıma karışmıyor, maaşımı alıyorum, ben buna oy veririm’ diyenlerin sayısı artıyor. Bu yeni Selim Türkhan’ları en iyi Maslak’ta, Levent’te, plazalarda görebilirsiniz. Plazalar hızla AKP’li oluyor. Bunu ben görüyorum, AKP görüyor, muhalefet ise AKP’ye ‘Bir dahaki seçimde %5 alacaksınız’ diyor. Hay yarabbim...

Nereden genişliyor AK Parti?
Bütün mesele Selim Türkhan’ları ikna etmek. 2000’lere dek siyasetsiz seçmenin oyunun blok halinde bir partiye gittiği olmamıştı. Çok kısa bir süre ANAP yaşadı bu lüksü ama sonra siyasi yasakları kalkan tecrübeli siyasetçiler Selim Türkhan oylarını kolayca böldüler. AKP ise bugün adeta bir ‘marka cenneti’nde. Muhalefet ‘icraat’, ‘istikrar’ gibi sözcükleri tamamen onun tekeline bıraktı. Bu nedenle CHP’liler hiçbir Selim Türkhan’ı ikna edemiyor. Aslında sadece CHP için konuşmuyorum. Yarın bir aile babası, projelerden bahseden, 40 yaşlarında, yakışıklı bir adam başına geçse, MHP bile yüzde 30 oy alır.

‘KILIÇDAROĞLU O KOLTUĞU BIRAKMAZ’

Bahçeli ve Kılıçdaroğlu’ndan 'ex olmuş' hastalar gibi bahsediyoruz. Bir yandan da Mustafa Sarıgül, Muharrem İnce, Deniz Baykal gibi isimlerin genel başkanlık için ismi geçiyor. Onların bir şansı olabilir mi?
Kemal Kılıçdaroğlu o koltuğu bırakmaz. Ayrıca, Muharrem İnce gibi arkadaşların lider olabileceği neden konuşuluyor? Politik vaazları, teatral bir şekilde söylediği için. Bizim lisede 40 tane Muharrem İnce vardı, edebiyat öğretmeni... Muharrem İnce, bence Kılıçdaroğlu için bir şans. O, iktidarla kavga ederken, Kılıçdaroğlu da Müfettiş Clouseau havalarını unutup, vizyon üreten, proje üreten sakin ve kararlı bir lider tablosu çizebilir. Ne yazık ki CHP, Muharrem İnce gibi isimleri yedek tribününe alıp, genel başkana tehdit haline getirerek kendi kendini baltalıyor. Bu nifak ve sırttan bıçaklama alışkanlığı bitmedi gitti. Ben bu nedenle CHP’yi ‘Ana Muhalefet Bakanlığı’na benzetiyorum bazen. Her iktidarın rüyası, CHP gibi bir muhalefet...

‘DEMİR AĞLARLA ÖRDÜK’TEN AKP DERS ÇIKARDI

Siz ne zaman fark ettiniz projelerin seçmen üzerinde bu denli etkili olduğunu?
Bursa’daki evimizde dedemin cumhuriyet devrimleriyle ilgili bir ansiklopedisi vardı. Yarısından fazlası icraatlara ayrılmıştı. Şu binaları inşa ettik, şöyle yol yaptık, demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan filan. Kitap 1930’larda basılmış, yani Atatürk sağken... Daha sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, AKP’nin kitaplarını gördüm. Tıpkı o ansiklopediye benziyorlardı. Siyaset değil, hizmet anlatıyorlardı. Sonra fark ettim ki CHP’de Atatürk’ten başka Selim Türkhan’ı gören ve ikna eden adam olmamış. İnönü ile aşırı politik bir dönem başlamış ve bugüne dek devam etmiş. CHP, kendi yarattığı pragmatik Türk orta sınıfını, rakiplerinin kucağına bırakmış.

Devlet Bahçeli bazen garip çıkışlar yapıyor ve bu şekilde gündem oluyor. Püskevit olayı gibi… Bu planlı bir iletişim stratejisi mi?

Onlar tesadüfen oluyor. Bahçeli MHP’yi mi seviyor, yoksa koltuğu mu karar vermeli. Selim Türkhan ona hayatta oy vermez. Bahçeli oldukça MHP en fazla bu oyu alır.
BDP bu şablon içinde değerlendirilemeyen bir parti. Selim Türkhan seçim sandığına gittiği zaman BDP’yi hesaba katmaz mı? BDP bütün halkın anlayacağı çok güzel laflar söylüyor. Oğlunu Güneydoğu’daki savaşta kaybetmiş bir insanın bile ‘Doğru söylüyor’ diyebileceği laflar ediyor. Ama o konuşma medyada çarpıtılarak ‘Apo bayrağı açtılar, hepimize küfrettiler’ diye çıkıyor. BDP ne yapsın, adam iyi bir şey söylese de çıkmıyor ki o laf. O nedenle BDP’nin ve tüm devrimci partilerin işi zor. Medya onları acımasızca çarpıtıyor.

‘AKP YÖNETİMİ CHP YÖNETİMİNDEN ÇOK OKUYOR’

İlyas Başsoy bir daha siyasi bir parti ya da aday için kampanya yapacak olsa kriterleri ne olur? İnanmadığı birinin kampanyasını yapar mı?
Sanırım bu artık imkânsız. Aklı olan ticaret erbabı çıkıp kitap yazmaz. Bu tip kitaplar genç dostlar ve yaşlı düşmanlar kazandırır... Reklam kampanyasının yanlış olduğunu görünce CHP’ye fikirlerimi anlatmak için yapmadığım kalmadı. Yazılar yazdım, mektuplar yazdım, yazı dizileri yazdım, telefonlar ettim ama Kemal Bey’e asla ulaşamadım. Çünkü birileri adamı köy köy dolandırıyordu. Derdim CHP’den para kazanmak olsaydı, susar ve zamanımın gelmesini beklerdim. Ben bir daha siyasi bir aktiviteye girmem herhalde. Bu kitap gibi başka kitaplar da yazarım. Alan alır buradan bilgiyi. Ama eminim ki muhalefet okumayacak bunu. AKP üst yönetimi CHP yöneticilerine göre daha çok okuyor, daha çok araştırıyor. Seçimden sonra CHP tarafından tek bir kişi bile seçimi nasıl kazandığımızı sormadı. AKP’nin ise en üst düzeyinden pek çok kişi seçim kampanyamızla ilgili bilgi almak istedi. Bildiğim kadarıyla, Antalya sonucu üzerine AKP 2000 sayfa araştırma yapmış, CHP ise bunu analiz eden hiçbir şey yapmadı. Aksine tarihi tahrif etmeye, sonuca kulplar uydurmaya çalıştılar. Oysa en doğru analizi seçim gecesi Başbakan Erdoğan yapmıştı: Çok ama çok anormal bir durum. Mesele CHP’nin bir isim olarak benimle çalışması değil. Mesele Antalya modelini okuması. AKP teknik bir parti olduğu için bu durumu çok iyi gördü ve inceledi ama CHP her zaman olduğu gibi sadece bildiğini okudu.

AK Parti tarafından bir teklif gelir mi?
Yahu aklınızdan zorunuz mu var? Adam zaten bu işi dünyada en iyi şekliyle yapıyor. Obama bile ondan ders alıyor. Bana niye ihtiyaç duysun ki? Bu meseleyi haplaştırır ve beni yaftalarsanız işiniz kolay olacak ama öyle değil. Barajı geçen hiçbir siyasi partiye istesem de reklam yapamam. Ne AKP, ne CHP, ne MHP... Benim sadık yarim mavi ÖDP’dir.

‘REKLAM SEDECE YÜZDE 1-2 GETİRİR’

Peki, CHP’nin reklamlarındaki hata neydi?
En büyük hata reklama bel bağlamak. Ben CHP’ye algı yönetimi yapmalarını, asla reklam ajansı aramamalarını, tıpkı AKP’nin yaptığı gibi başından sonuna algıyı bir bütün olarak görmelerini söylerken onlar ‘reklamcılara meraklı’ hevesli bir KOBİ gibi reklam ajansı aradılar. Reklam ajansı ondan istenen şeyi yapar. Ve en iyi reklam bile bir ya da iki puan oynatır partinin oyunu. AKP hiç reklam yapmıyor, algı yönetimi yapıyor. Bu hep böyleydi. AKP için iletişim, zamanlarını beraber geçiren bir beyin takımının, nasıl doğru konuşuruz, nasıl doğru söyleriz diye tartışmasıyla oluyor. Bu kadar basit bir şeyi ben CHP’ye anlatamadım. Örneğin, Kılıçdaroğlu istikrarı devam ettirebileceğine inandıramadı insanları. CHP Selim Türkhan’ın 2007’den beri gayet rahat nefes aldığını analiz edemedi. Bu yüzden ‘Türkiye rahat nefes alacak’ söylemiyle deli durumuna düştü o insanların gözünde. Reklam ajansı keseceği faturaya bakar. 100 milyon reklam bütçen varsa o rahat nefesi de sadece reklamcılar alır. CHP oylarını reklam nedeniyle artırmadı. Yeni bir lider Türkiye’yi karış karış dolaştı ve oylarını artırdı. Bir zamanlar hep ağza dolanan ‘Baykal var diye elim gitmiyor’ söylemi 5 puanı getirdi. Bu artış sadece Kılıçdaroğlu ve Tekin’in emeği. Kimse kendine bir puan bile pay çıkarmasın. 2007’de bundan 4 puan düşük oy aldığı için Baykal’ı CHP binasına sokmamışlardı, 4 yıl sonra AKP üçüncü seçimde oylarını artırırken hiçbir CHP’li zafer kazandık havasına girmesin. Ben seçimden tam 8 ay önce Kılıçdaroğlu’nun yüzüne CHP’nin %26, AKP’nin %50 alacağını söylemiştim. Hepsinin kaydı vardır.

‘İcraatçı adam’, ‘halk adamı’ dendiği zaman birçok kişinin aklına Mustafa Sarıgül geliyor…
Başkanın delegeyi, delegenin başkanı seçtiği sistemde siyasi geleceği olabilecek kişiler bu döngüyü kıramadıkları için sonradan diskalifiye oluyor. Sarıgül denedi bunu Baykal’a karşı. Epey de oy aldı ama kazanamadı ve yok edildi. Kemal Kılıçdaroğlu aklını başına alırsa, bir siyaset değil hizmet partisi gibi davranmanın önemini anlarsa Selim Türkhan ‘tamam bu adama oy veriyorum’ diyebilir. Ve CHP iktidar olur.

CHP’nin Antalya’yı bir daha asla kazanamayacağı gibi bir düşünce var. Antalya kampanyasını yapan kişi olarak ne dersiniz?
Ben tam olarak böyle düşünmüyorum. Başkan’ın yüzüne yaptığım en son konuşma şuydu: Seni bir simit gibi çevreleyen parti eliti var. Bu simidin içinde senin adamlarının çoğu da yerleşti. Bu simidi aşıp, seni seçen halkla bütünleşirsen; esnafla, ticaret odasıyla, otel personeliyle bütünleşirsen ve milleti aptal yerine koyup ‘O vaatler baskı hatasıydı’ filan demeden, vaat ettiğin işlerin peşine samimi olarak düşersen seçimi yine kazanırsın. AKP, Antalya konusunda yine çok kibirli ve yine ‘ilk seçimde Antalya’yı kesin alırız’ havasında. Bence bu o kadar kolay değil. Seçimi büyük ihtimalle yine Akaydın alır. Yeter ki onu neyin seçtirdiğini anımsasın. Öte yandan eğer şu anki ‘Başkan’ kafasıyla devam ederse, sırf Antalya beceriksizliği nedeniyle bırakın Antalya’yı, Türkiye’de CHP’nin elinde tek bir belediye kalmaz. Akaydın boş bir insan değil. Artıları ve eksileri var. Ne kadar büyük bir misyon üstlendiğini bilmeli.

‘CHP YEREL SEÇİMDE TAMAMEN SİLİNEBİLİR’

Bir dakika, Türkiye genelinde yerel seçimde CHP’nin tamamen silineceğini mi söylüyorsunuz?
Nurettin Sözen’in performansıyla Türkiye’de sosyal demokrasi bitti. Ardından gelen kişi şu anda Türkiye’nin kralı durumunda. Yerel seçim çok önemlidir, hele de iddia içeriyorsa. Antalya şu anda hem AKP’nin, hem CHP’nin vitrini. Çünkü burası ‘iddia’ içeriyor. Antalya’da bu kafa değişmezse sonuçlarını bütün Türkiye’de görürüz. Eğer CHP Antalya’da tüm bu baskılara rağmen birazcık başarılı olursa, Akaydın ulusal basındaki yağdanlıklarıyla yetinmeyip –ki bunlar zamanında Türel’in de gözünü kör etmişti- Antalya sokaklarında biraz dolaşmaya başlarsa, yerel seçimin sonuçları kökten değişir. Bu durumda İstanbul’a Mustafa Sarıgül, Ankara’ya Seyit Torun aday gösterilirse, her ikisi de seçimi alır. CHP İzmir’i kaybetmez, AKP hem Ankara, hem İstanbul’u kaybeder. Sonra ‘hayaldi gerçek oldu’ diye yazarsınız bunu, ben şimdiden söyleyeyim. Bu işte gri ton yok ve Antalya’nın önümüzdeki iki yıldaki performansı çok şeyi belirleyecek.

Ya Büyükerşen?...

Yazının Devamı
Mustafa Kuleli
5 Aralık 2011, Pazartesi

5 Aralık 2011

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Günlerden pazar.

O derin duygusallığı, rafineliği ve ‘Yeni Türkiye’nin aurasını yakalamış, robe de chambre’ımı giymiş, iPod'umda Marlene Dietrich’in inanılmaz güzel sesi eşliğinde tam Martell konyağımı avucumda ısıtıyordum ki telefon çaldı.

Arayan İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in Basın Danışmanı Sarphan Uzunoğlu’ydu...

Sarphan’la tanışıklığımız taa geçen yıla dayanır...

Sesini duyunca önce sevindim sonra hemen “N’apıyon lan hayırsız” diyerek bir puan öne geçtim.

Çünkü eğer bu sözleri o söyleseydi, ben hayırsız durumuna düşecektim.

Neyse...

Ben böyle deyince ikimizi de bir gülme aldı...

Sarphan, genç ve eskisolcu gazetecilere bir davet vereceğini müjdeledi.

Benim de katılmamı istedi.

Davetin verildiği mekâna gittiğimde gözlerime inanamadım.

Burası Taksim’in göbeğinde, 80 öncesinde görmeye alışık olduğumuz bir ‘kurtarılmış bölge’ gibiydi.

Metalurji mühendislerinin solcular için, son derece avam, zevksiz ve sigara dumanlı dekore ettiği bu yerde benim ne işim olabilirdi?

Böyle durumlarda hep yaptığım gibi olağanüstü güzel bir Küba purosu yaktım ki, artık işçi sınıfının iktidarını dert etmeyenlerin ne kadar rafine ve aristokrat ruhlu olduğunu anlasınlar.

Mesajım yerine ulaştığından, Güneydoğu kökenli şef garson masayı donatmaya girişti.

Dikkat edin, Güneydoğu kökenliler bugün artık şef garsonluğa kadar bile yükselebiliyor...

Kızgın yağ içinde yüzüp gelmiş hamsiler bana Berlin’in Türk mahallesi Kreuzberg’deki Karadeniz balıkçısının o müthiş hamsilerini hatırlattı.

Bu ne demek biliyor musunuz?..

Ben söyleyeyim...

Demek ki bizde de değişen bir şeyler var...

Ama dikkat ettim, solcular hâlâ rakı içiyor.

Bunu biraz nostaljik bulmakla beraber, bir yandan da değişen dünyaya ayak uyduramadıklarını görerek hüzünlendim.

İyi şarap içmezsen yaşamamışsındır.

Hayat felsefelerimden biri budur.

Bilen bilir, tattığım bir şarabın nerede ne zaman yapıldığını anlarım.

Fakat bunu bilmeyenler de varmış...

Sonra birden “Eğri oturup doğru konuşalım, bu hükümet Türkiye için çok büyük bir şanstır” dedim...

Amacım solcular hâlâ 80 öncesindeki gibi tahammülsüz mü bunu öğrenmekti.

2011 yılında böyle bir şey olabilir miydi?..

İçlerinden biri bana ağız dolusu küfretti.

Hani şu Osman Baydemir’in söylediği sözü...

Düşündüm haklıydı.

Bakın size ne diyeceğim.

Koltuğunuzda geriye yaslanıp bunu düşünün...

80 öncesinde olsak, bana kafa göz dalarlardı.

Şimdi ise medeni bir şekilde oturup konuşabiliyoruz.

Ben şarap içiyorum, o rakı içiyor.

En harikasıysa öteki türban takıyor, beriki mayo giyiyor.

Gelin itiraf edelim:

Herhangi bir alanda pek çok farklılığımız olsa bile "life is good" :)

 ...

Mustafa Kuleli
31 Ekim 2011, Pazartesi

31 Ekim 2011

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Son yılların en kötü haftalarından birini geçirdik. Kurulalı 88 yıl olmasına rağmen hâlâ Kürt sorununu çözememiş bu Cumhuriyet’te, bir yanda gencecik insanlar yine dağlarda birbirlerini öldürdü; bir yanda depremden beter ırkçılık felaketinin bu 88 yılın sonunda nerelere vardığını gördük. Enkaz altında kalanların acısını yaşarken, enkaz altında kalan insanlığın karşısında üzüldük, kızdık,  öfkelendik…

Şimdi ben, bir haftadır yapıldığı gibi, Müge Anlı ya da başka bir banal ırkçıya çatsam ya da çaksam buradan ne olacak ki? Köşedeki bakkal, üst kattaki genç öğretmen ya da Facebook’taki lise arkadaşınız başka türlü mü düşünecek?

Geçen hafta boyunca sorup durdum: Neden böyle? Neden böyleler? Onları değiştirmenin bir yolu yok mu?..

Eğer yok diyorsanız, bırakalım her şeyi. Bu ülkenin yüzde 6’sı kalarak, ‘muhalif’, ‘solcu’, ‘yurtsever’ kimliklerle yaşayıp gidelim. Yok, ‘biz bu ülkeyi değiştireceğiz’ diyorsanız, gelin neden böyle oluyor anlamaya çalışalım.

Bu insanlar ezberlerine inanmak istiyor. Devlet PKK ile görüşse, bu görüşmelerde Öcalan’ın İmralı’dan çıkarılması konuşulsa da, bunlar hiç olmamış gibi davranmaları bundan.

Bu insanlar bildikleri, inandıkları şeylere artık değer verilmediğini ve verilmeyeceğini görüyorlar, seziyorlar. Bildikleri ülkenin ve dünyanın sonu geliyor ama yeni düzene de ayak uyduramıyorlar, onu anlayamıyorlar ve anlamak istemiyorlar.*

Hatta daha da kötüsü, bu bocalama döneminde kendilerini yalnız hissediyor ve alay konusu olmaktan korkuyor, saldırganlaşıyorlar.

Peki, ne yapacağız?

Elbette konuşacağız ve anlamaya çalışacağız. Ama bunu kibirli olmadan, kızmadan, alay etmeden, horlamadan, küçümsemeden, kafalarına kakmadan yapacağız.

Varsın bizler için ‘Kürtçü oldu’ desinler. Varsın devleti yönetenlerin dediği her şeyi böylesine canhıraş savunmaları sabır sınırlarımızı zorlasın.

Barış hâlâ ellerimizde.

Tam da duygusal kopuş noktasına gelmişken, hâlâ duyarlı, hâlâ sağduyulu insanların batıdaki büyük yardım seferberliği sizce de bir şeyleri onarma çabası değil mi?

Hem biz umutsuz olursak, yarını kim kuracak?

* Esra Sarıoğlu ve Barış Ünlü’nün “Her çıkışın bir inişi var” yazısı http://getir.net/znn...

Mustafa Kuleli
17 Ekim 2011, Pazartesi

17 Ekim 2011

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Yeni bir gazetecilik türü peyda oldu diyorlar: Belge gazeteciliği. Emniyet ya da ‘özel yetkili’ savcılar bazı gazetelere, bazı belgeleri gönderiyor, onlar da yayınlıyor.

Bir fenalık var mı bu işte diye düşündüm; önceleri olağan buldum bir bakıma. Neticede araştırmacı gazetecilik yapıyorsan, bir şekilde bilgi ve belgelere ulaşman gerekir ve bunları da bit pazarından bulamazsın. Ama yok, buradaki mesele başka...

‘Hassas’ konulara giren gazeteci bazı güç odaklarını rahatsız eder; güç odaklarından bazıları ise gazeteciyi kullanmak-yönlendirmek ister. Araştırmacı gazeteciliğin doğasında bazen haber kaynaklarını kullanmak, bazen de haber kaynakları tarafından kullanılmak vardır.

Bu ilişkide gazeteci ile haber kaynakları arasında bir gerilim olurdu eskiden. Alttan alta bir denge gözetilir, bir güç savaşı yaşanır, bir gizli pazarlık sürer giderdi. İki tarafın da kozları olduğundan, sadece birinin diğerini kullanması pek mümkün olmazdı. Gazeteci belge ve bilgilerden hareketle haberini istediği gibi çerçeveler, farklı kaynakların bilgilerini karşılaştırarak gerçeğe daha da yaklaşmaya çalışırken, bilgi ve belgeleri adımlarını dikkatle, çekinerek atardı. Sadece tek bir güç odağının olmaması ve bu odaklar arasında süregiden iktidar mücadelesi gazeteciliğin de halkın haber alma hakkının da yararınaydı. Çünkü bu güçler birbirlerini zor durumda bırakacak bilgileri de servis ederdi.

Şimdi bitti bu iş. Artık yapılan ‘araştırmacı gazetecilik’ de değil, ‘belge gazeteciliği’ de. Emniyet ya da ‘özel yetkili’ler belge-bilgi değil, adeta ‘basın bülteni’ gönderiyor ve bunun gönderildiği gibi, gönderildiği kadar yayımlanmasını istiyor.

İlla isim vermek lazımsa ‘halkla ilişkiler gazeteciliği’ diyelim. Yok yok, o da olmaz. Çünkü şirketlerin gönderdiği o arsız halkla ilişkiler bültenleri bile aynen yayımlanmaz gazetelerde. Cümleler değişir, reklam kokan bölümler ayıklanır, metin kısaltılır. Bu olsa olsa ‘polis bülteni gazeteciliği’ olabilir. Ya da ‘psikolojik harp’ gazeteciliği...

Gazeteci camiası küçük, dedikodu bol. Herkes her şeyi, kimin ne halt yediğini biliyor. Polisten gelen bülten biraz kısaltılıp manşete alınınca nasıl azar yendiğini, yayımlanmayan kısmının ertesi gün başka bir habermiş gibi nasıl yayımlandığını, yeniden belge alabilmek için nasıl yalvarıldığını biliyor herkes. Yayın yönetmenlerinin önemsemediği o editörler, o sayfa sekreterleri, akşamları
Beyoğlu’ndaki birahanelerde bunları konuşuyor.

Örnek mi? Sadece son 3 günden, 3 manşet vereyim: ‘KCK’dan Kürtçe ifade tehdidi’, ‘İçerideki Kandil yerle bir’, ‘BDP’nin ipleri KCK’nın elinde’. Bu haberler yandaş gazetelerin hepsinde aynı günlerde, aynı içerikle, hatta aynı başlıklarla yer aldı.

Başka söze gerek var mı?...