Son Yazılar
1 Eylül 2010, Çarşamba

İstediğin her şeyi yap, istemediğin hiçbir şeyi yapma!

28 Aralık 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Kendimi bildim bileli 'kafama göre' yaşamaya çalıştım. 'El âlem ne der, ne düşünür' demedim. Paranın, kariyerin değil, mutluluk denen o tanımsız şeyin peşinde yürüdüm. Herkesin gittiği yoldan gitmektense kendi yolumu bulmaya gayret ettim. Becerdim de galiba ucundan. Yaşadığım şu hayat aslında iyidir, güzeldir yani...

Amma velâkin, her zaman, her istediğini de yapamıyor insan hayatta. Okul durumu, iş durumu, para kazanma dertleri, ailenin arkadaşların beklentisi derken yapmak istemediğimiz şeyleri yaparken buluyoruz kendimizi. Şimdi ben, en azından kendi hayatım için, buna bir son vermeyi deniyorum.

Gündüz Vassaf bir denemesinde şöyle bir şeyden bahseder: İnsanlar artık ölüm üzerine düşünmemektedir. Yaşlılar toplumdan izole edilmiş, onların yerine çocuklar yüceltilmiştir. Ölmeyecekmiş gibi yaşanan hayatlar pompalanır. Hâlbuki ölüm de doğum gibi hayatın bir gerçeğidir. Ölümü yadsımak aslında yaşamı yadsımaktır. Çünkü ölüm mutlaktır. Bildiğimiz tek şey herkesin öleceği ve her saniye ölüme yaklaştığımızdır. Dolayısıyla her anımız biriciktir ve her anı bilerek, anın güzelliğini duyumsayarak yaşamak gerekir.

Mutlak bir hazcılıktan bahsetmiyorum. Ama zaman akıp gidiyor, biz zaman içinde hareket ediyoruz ve son pişmanlık bir işe yaramayacak elbette...

Durduk yere yazıyor değilim bu satırları. Geçen iki-üç haftayı çok zor geçirdim, biraz ondan. Delice sevdiğim kadın gitti benden. Şu koca âlem içinde bir başıma kaldım. Sonra aylardır, kendime ait, müstakil bir hayatımın olmadığını fark ettim. Aylar boyu kendim için hiç bir şey yapmamışım meğer. Üstelik şikayetçi de olmamışım bu durumdan. Nasıl da mutlu, nasıl da huzurlu, rahatmışım... Şimdi mecburen, yeniden bir hayat inşa ediyorum kendime. Ve bu yeni hayatı kurarken de, istediğim her şeyi yapmaya, istemediğim hiçbir şeyi yapmamaya çalışıyorum. Evet, yeni hayat felsefem bu: “İstediğin her şeyi yap, istemediğin hiçbir şeyi yapma!”

Mesela çocukluktan beri bir kediyle yaşamak istedim ben. Önce İzmir'deyken annem, babam izin vermedi. Sonra İstanbul'a 'üniversite okumaya' geldiğimizde ablam ve ikiz kız kardeşim istemedi. “E madem” dedim, “karışanım edenim de yok artık, kedili hayat başlasın!” Gittim Tarlabaşı'nda, yol kenarından bir buçuk aylık, bakıma muhtaç bir kedi aldım, getirdim eve.

Ya da şunu örnek göstereyim; bir üniversitede (ismi lazım değil) bu sene başladığım ve hiç de memnun olmadığım bir yüksek lisans programım var. Ne zamandır içimden gelmiyordu derslere girmek. Girmiyorum artık. İstemiyorum çünkü. Bu kadar basit. Kalacağım derslerden. Bırakırım da gerekirse. Eziyet edemem hiç kendime.

Bundan sonra böyle!

Bakın şimdi pazar sabahı, oturmuş yazı yazıyorum. Zira yazmak istiyorum. Sizler için de anlamlı mı bilmiyorum ama paylaşmak istiyorum bunları. Paylaşıyorum, hafifliyorum, kendime geliyorum.

Herkese de tavsiye ediyorum ayrıca. Yeni yılda ille bir değişiklik yapacaksak hayatımızda, bunu yapalım. Her anın biricikliğini duyumsayarak yaşayalım. Kafamıza göre yaşayalım. Yaşayalım.

İyi seneler!...

31 Ağustos 2010, Salı

‘Duvar’ın yıkılışının 20. yılı vesilesiyle

09 Kasım 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Alman Demokratik Cumhuriyeti (ADC), nam-ı diğer Doğu Almanya, İkinci Dünya Savaşı’nın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Soğuk Savaş’ın sonunda, Sovyet bloku ülkeleri birer birer çözülürken, ADC de bu kaçınılmaz sonu yaşadı.

Marketler, kalitesine bakılmaksızın, Batı’nın mallarıyla doldurulurken; “eski”ye ait her şey bir anda ortadan kayboldu. Bu yeni ürünler ve yaşam tarzı aslında çok çekiciydi. Gelgelelim birleşme sonrası Doğu’daki fabrikaların kapatılması, artan işsizlik, ucuzlayan emek ve tüm bunların kaçınılmaz sonucu yoksullaşma tüm çalışanları vurdu.

Evet, marketler çeşit çeşit yiyecek, içecek ve giyecekle dolmuştu ama emekçiler bunları alacak paraya sahip değildi. Seyahat özgürlüğü gelmişti, ama bu kez de çalışmak zorunda olan insanların kendilerine ayırabileceği vakit yoktu. Gençler istedikleri branşta eğitim alamadı, işsizlik nedir bilmeyen Doğu Almanlar iş bulamadı. İş bulduklarında ise Batı’dakinden daha düşük ücretlerle çalıştırıldılar. Daha da kötüsü, Doğulular hep küçümsendi ve kendilerini bir yük gibi hissetti.

Bugün, işte tam da 9 Kasım’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı kutlanıyor. 20 sene önce yıkılan o duvar ve değişen dünya tartışılıyor…

Hem bu tartışmalara ufacık bir katkı olsun, hem de başka türlü bir kutlamadan haberdar olalım diye bu hafta sözü Margot Honecker’e bırakacağım. Bayan Honecker, ADC’nin son sosyalist devlet başkanı olan Erich Honecker’in eşi, ADC’nin eğitim bakanı ve bugün 82 yaşında…

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 60. yıldönümünde, 7 Ekim 2009’da Şili’deki bir anma töreninde yer almış ve törende yaptığı konuşma youtube’a konmuş. Gelin hikâyeyi bir de ondan dinleyelim:

“Bugün, Almanya’da çok sayıda yoldaşın (kuşkusuz aradaki zaman farkı nedeniyle birkaç saat önce) bir araya geldiğini biliyorum. Her yerde, bilimciler, öğretmenler, işçiler, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin kuruluşunu anmak için toplandı.

Günümüzde, Almanya’da, ADC’ye, sosyalist ADC’ye karşı büyük bir kampanya yürütülüyor. ADC’nin olumsuz şekilde anılmadığı tek bir sohbet programı, tek bir film, tek bir haber bülteni bile yok.

Ama tüm bunlar onlara yetmedi.

Doğu Almanların yüzde 50’si şunu söylüyor: Kapitalizmde, daha kötü koşullarda yaşıyoruz. ADC’mizde güzel bir yaşamımız vardı. Ve ne yaparlarsa yapsınlar: Yaşananların unutulması bir yana, giderek daha çok sayıda insan, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde nelere sahip olduklarını düşünüyor.

Tamam, başarılı olamadık. Ama en azından 40 yıl boyunca var olmuştuk. Ve bu 40 yıl, Almanya’da da izler bıraktı.

Kuşkusuz, burada yoldaşlarımla birlikte olabilmekten dolayı mutluyum. 60 yıl önce, 22 yaşındaydım. Ve 22 yaşımda, halk meclisindeki, ADC’nin ilk halk meclisindeki en genç temsilci olmuştum. (Alkışlar)

İşçi ve köylü devletinin ilk devlet başkanına, Alman gençliğinin başarı dileklerini sunabilmiştim. O sırada çok heyecanlanmıştım. Ama bu, yani işçilerin ve köylülerin ilk devlet başkanının seçilmesi, yeni bir Almanya isteyen herkes için büyük bir olaydı. Ve 40 yıl boyunca başarmış olduklarımızın yok sayılması mümkün değil. Bunlar yalnızca anılarda kalmayacak; tam tersine, bunlar hakkında düşünen, “başka bir toplum kurmalıyız” diyen gençler var ve şunu soruyorlar: “O zamanlar nasıldı?” “ADC nasıldı?” diye soran çok sayıda genç var...

Bu konularda çok fazla cevap verme şansımız bulunmuyor çünkü basın güç sahiplerinin elinde. Ama solcu gazeteler var. Alman Komünist Partisi’nin (DKP) yanında, son seçimlerde oyların neredeyse yüzde 12’sini almayı başarmış bulunan bir Sol Parti var. (Alkışlar)

Bu, savaşa karşı çıkan, anti-kapitalist bir parti. Kuşkusuz, bu partinin içinde çok farklı eğilimler var ve bu partinin gelecekte, Almanya’daki koşulların ağırlaşması durumunda hangi yolu izleyeceği bugünden bilinemez. Ama yine de sol güçler var, hareket ediyorlar, daha fazla oy alıyor ve destekçi kazanıyorlar. Tüm büyük partilere anti-sosyal politikaları nedeniyle fatura kesildi ve örneğin Sosyal Demokrat Parti (SPD) oylarının üçte birini yitirdi. En büyük parti olan Hıristiyan Demokrat Parti (CDU), yani burjuvazinin partisi, oy kaybetti. Şimdi, girişimcilerin partisi olan Hür Demokratlarla (liberal parti) koalisyon kurdular ve Almanya’da her şeyin daha da kötüye gideceği, yalnızca sanayinin değil işçi sınıfının durumunun da kötüleşeceği öngörülebilir. İşsizlerin sayısı artacak, sosyal hizmetler daha da sınırlandırılacak, ama tüm bunların eskiden olduğu gibi kolayca kabullenilmeyeceğini gösteren olumlu işaretler var.

Tüm bunlar bir yana, ben iyimserim. Her zaman iyimserdim ve bundan sonra da böyle kalacağım.”

N: Erkin Özalp’in Türkçeye çevirdiği bu konuşmaya http://www.youtube.com/watch?v=Mp_nbCBA4aw adresinden ulaşabilirsiniz....

31 Ağustos 2010, Salı

Biz susarsak kim konuşacak?

30 Kasım 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Bayram boyunca memleketim İzmir’deydim.

İzmir’de bir grup ‘hassas vatandaş’ın DTP konvoyunu taşlaması, konvoydakileri linç etmek istemesi üzerine bir dolu yazı yazıldı bu sürede. Kimi İzmir’i faşizmin başkenti ilan etti, kimi DTP’lileri suçladı. Ben ise hâlâ ne diyeceğimi bilemiyorum tam olarak. Bu yazıyı da ‘aslında ne oluyor’ diye düşünmek için yazıyorum. Gelin beraber düşünelim.

ASLINDA NE OLDU?

Önce bu soruyu sormamız lazım elbette. Milliyet gazetesi gitmiş, İzmir’in Hatay semtinde oturanlara sormuş mesela ‘neden böyle oldu?’ diye. Verilen ortak cevap şu: “Bizi tahrik ettiler.” Ne yapmış peki DTP’liler? Sarı-yeşil-kırmızı flama taşımışlar, partilerinin rengini yani. Başka? Barış işareti yapmışlar İzmirli vatandaşlara karşı. Bir de Türk bayrağı yokmuş kortejde, buna çok kızmış ahali. Kendileri yılın 365 günü İzmir Ticaret Odası’nın verdiği bayrakları asıyor ya evlerine, herkes bayrakla gezmek zorunda sanki!

Şimdi çıkıp da ‘ne şiş yansın, ne kebap’ tavrıyla, ‘saldırganları da anlamak lazım, DTP’liler de Öcalan diye bağırmasaydı’ falan demenin âlemi yok. Bir kere şunu en baştan söyleyelim: DTP’liler ister Öcalan diye bağırır, ister zafer işareti yapar, ister Kürtçe marş söyler, ister çocuklarına yöresel kıyafet giydirip meydanlarda dolaştırır. Kimse de bir şey yapamaz. Bunu, o ‘hassas vatandaşlar’ın kabul etmesi lazım önce.

Amma velâkin tam da demokratikleşmenin, normalleşmenin sancılarını yaşadığımız bir dönemde, üstelik ‘demokratik açılım’ denen proje için Türk kamuoyu psikolojik olarak hazırlanmamışken, DTP’lilerin de çok daha dikkatli olması ve ülkenin batısında ‘yenilmişlik psikolojisi’ yaratacak eylemlerden uzak durması gerekirdi...

“YA TAM SUSTURACAĞIZ, YA KAN KUSTURACAĞIZ”

Türk kamuoyunun büyük çoğunluğu bölgenin gerçeklerini bilmiyor. Bunu unutmamak lazım. Sene 2009 ve pek çok insan, özellikle gençler Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananları bir televizyon dizisi sayesinde yeni yeni öğreniyor.

Daha düne kadar bu insanlara “Kürt mahkûmlara canlı canlı fare yedirildi, insanlar lağım çukurlarında tutuldu, Kürt kadınlarına copla tecavüz edildi, erkeklere Coca Cola şişesi sokuldu, köyler yakıldı” dediğinizde size inanamıyorlardı. Böyle şeylerin yaşanmış olabileceğine ihtimal vermiyorlardı. Bölgeye gitmemiş, siyaseten PKK çizgisinden kimseyle oturup konuşmamış, cumhuriyetimizin tarihini de ders kitaplarındaki gibi zanneden insanlar elbette böyle davranacaktı.

Yaşananlar bilinmeyince, “Bu Kürtler niye isyan ediyor ki, otursunlar oturdukları yerde!” görüşü hâkim oluyor işte. Bu ‘nankör Kürtler’e nefret duyuluyor. Bursa’da, İzmir yolu üstündeki bir duvara kocaman yazılmış “Ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız” yazısı, tam da bu nefreti, ezme-susturma isteğini yansıtıyor. Yaşananlar bilinmeyince, empati kurulamıyor.

PEKİ NE YAPACAĞIZ?

Nasıl ki, bir köşe yazısıyla İzmirliler ya da orta sınıf milliyetçiliği üzerine derinlikli analizler yapmak mümkün değilse, aynı şekilde Türk-Kürt gerilimini sonlandırmak da mümkün değil.

Ama belki Milliyet’ten sevgili Ece Temelkuran’ın çağrısı anlamlı olabilir. İzmir’de bu olaya üzülen, yaşananlardan ürken insanlara, kentin demokrat kamuoyuna “ahbaplarınızla konuşun” demiş Temelkuran. “Israrla konuşun. Onlar size ‘AKP’ci oldu’, ‘liboş oldu’ dese bile konuşun.”

Bu bir başlangıç olabilir. Sakin sakin, dinleyerek, anlayarak konuşmak…

Unutmamak lazım ki bu insanlar “bildikleri dünyayı kaybettiklerini hissettiklerinden”, “inandıkları şeylere artık değer verilmemesinden” dolayı böylesine saldırgan ve sinirli. “Bildikleri dünya ayaklarının altından kayarken ve yenisine ayak uyduramazken, en yakınları tarafından bile alay konusu olabilmeleri, hakarete uğrayabilmeleri” onları bu hale getiriyor.*Ergenekon sürecinde de bunu görmedik mi?

Küçümsemeden, horlamadan, alay etmeden, kafalarına kakmadan konuşmak…

Başka bir yol gelmiyor benim de aklıma.

* Esra Sarıoğlu ve Barış Ünlü’nün Radikal İki’de yayınlanan “Her çıkışın bir inişi var” başlıklı yazısı. http://getir.net/znn...

31 Ağustos 2010, Salı

Kılıçdaroğlu bitmiştir

16 Kasım 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Kılıçdaroğlu adı pek çokları için umut demekti.

Bir kere dürüsttü, cesurdu. Yolsuzlukların üzerine giden, halkın çıkarını savunan biriydi.

Diğer CHP'liler gibi iki lafından biri laiklik ya da Atatürk değildi. Milliyetçi-ulusalcı tepkiler de vermiyordu.

Ve hatta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday olduğu dönemde, Gürsel Tekin'le beraber, CHP'nin nicedir uğramadığı emekçi semtlerine de uğramıştı.

Velhasıl herkes, başka türlü bir adam gözüyle bakıyordu ona. Dersimli olduğundan, anne tarafından Ermeni olduğundan dem vuranlar, bundan medet umanlar vardı mesela...

CHP'nin yeni lideri o olacaktı. Partiyi sosyal demokrat çizgiye çekecekti. CHP'yi halkçılaştıracaktı.

İstanbul'dan aldığı %37 oranında oy, aslında bu algının da bir sonucuydu. Halk onu sevmişti, onda bir umut ışığı görmüştü.

İşte o ışık geçen hafta söndü. Onur Öymen son nefesiyle lambaya püf dedi. Bir süredir partinin "çelik çekirdeği" ile dip dibe olan Kılıçdaroğlu'nun bu durumdan zararlı çıkacağı zaten söyleniyordu. Beklenen oldu.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, demokratik açılımın konuşulduğu Meclis kurulunda hükümeti "terörle mücadele cesaretiniz yok" diyerek eleştirirken, Dersim katliamını da "örnek" olarak gösterince, yani tek parti döneminin bu insanlık suçu ile övününce, Dersimli Kılıçdaroğlu sıkıştı kaldı.

Gayet kendinden emin bir şekilde "Analar ağladı diye kimse terörle mücadeleyi bırakmaz. Dersim isyanında da analar ağladı ama hiç kimse mücadeleyi bırakmadı" diyen Onur Öymen'i bütün ülkenin gözü önünde alkışladı Kılıçdaroğlu...

“Hayır ben böyle düşünmüyorum” diyemedi. Bu cesareti gösteremedi. Onur Öymen ve onun temsil ettiği zihniyete kafa tutmak, Melih Gökçek'e kafa tutmak kadar kolay değildi. Üstelik böyle bir çıkış yapsa partisinden de, kendisini pek seven medyadan da muhtemelen destek bulamayacaktı. O da susmayı tercih etti. Gazeteciler üç gün boyunca cep telefonundan Kılıçdaroğlu'na ulaşmaya çalıştı, O telefonlara çıkmadı.

Bir laf etseydi, ufacık bir çıkış yapsaydı, Onur Öymen'in o sözlerini alkışlamasaydı belki, yine de kendini koruyabilirdi. Ama olmadı, yapamadı...

Üstelik Dersim katliamıyla ilgili hemen her şeyi de biliyormuş Kılıçdaroğlu. Devletin ceberut yüzünün bu rezil örneğine ilk ağızdan tanıkmış. Bunu da geçen hafta öğrendik. 1937-1938 Dersim olayları için “Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler” diyen eski bakan İhsan Sabri Çağlayangil’in, bu sözleri 1987'de Kemal Kılıçdaroğlu’na söylediği ortaya çıktı. Ses kaydı internet sitelerinde bulunan röportajı, iddiaya göre Kılıçdaroğlu yapmıştı.

Katliamın detaylarına böylesine vakıf, Dersim tarihine hâkim, devletin Dersimlilere reva gördüğü zulmü gayet iyi bilen Dersimli Kılıçdaroğlu şimdi susuyor...

Denebilir ki, "Kılıçdaroğlu zaten düzen politikacısı. Böyle 'marjinal' meseleler ona ne bir şey kazandırır ne kaybettirir." Yok, hiç de öyle değil. Çünkü mesele cesaret meselesi, mesele dürüstlük-ilkelilik meselesi, mesele 'kaypak siyasetçi' olmama meselesi.

Ve Kılıçdaroğlu bunu beceremedi.

Artık Kılıçdaroğlu bitmiştir.

Geçmiş olsun....

31 Ağustos 2010, Salı

Telefon çaldı, aranan Taraf’tı

26 Ekim 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Taraf gazetesi perşembe günü sürmanşetten öyle bir haber girdi ki, bu ‘haber’ aslında kime girdi artık siz karar verin…

Taraf, Büyük Birlik Partisi lideri Muhsin Yazıcıoğlu'nun öldüğü helikopter kazasından basbayağı NTV'yi sorumlu tuttu. Yazıcıoğlu ve helikopterdeki diğer insanların telefonlarına NTV'den gelen toplam 295 aramanın, helikopterin elektronik aygıtlarını bozarak düşmesine neden olduğunu öne sürdü. Daha da önemlisi, bunun kasıtlı olarak yapıldığını ima etti.

Şaka değil bu. Bildiğiniz koca koca insanlar böyle bir haber yayınladılar. Tabii her zamanki gibi, bir şekilde ellerine geçmiş bir belgeye dayanıyordu bu ‘haber’.

Hatta Taraf’ın Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, Cuma günü yayınlanan “NTV ve Gazetecilik” başlıklı yazısında, büyük bir özgüven içinde, “Ya savcının elindeki resmî telefon kayıtları hatalı ve biri savcıyı şaşırtıp soruşturmayı yanlış yönlendiriyor. Ya da ‘biz aradık’ diye canlı yayında itiraf ettiklerine göre NTV’den birileri o helikopterin düşeceğini, daha düşmeden önce biliyordu.” cümlelerini kullanabildi.

Sonra gerçek ortaya çıktı: Taraf gazetesi haberinde NTV'den ilk aramanın 14.34'te gerçekleştiğini yazmıştı. Ancak bu saat İngiltere Greenwich’e göre ayarlanan GMT'ye göre geçerliydi. GMT ile Türkiye saati arasında 2 saat fark olduğu için gerçekte ilk arama 16.34'te, yani helikopter düştükten sonra, gazetecilik refleksiyle yapılmıştı. Taraf’ın iddia ettiği gibi suikast için değil.

İki gün süren ‘hem yargıç-infaz memuru-sıkıyönetim savcısı-polis-adaletin kılıcı, hem kahraman gazeteci” tavrı cumartesi günü pısss dedi söndü. Taraf özür diledi. Konu kapandı mı peki?

Hayır kapanmadı. Kapanmamalı. Çünkü ilk değil bu. Bu gidişle son da olmayacak…

Belki bu en güncel vak’a ile ilgili daha pek çok şey söylenebilir; Taraf yöneticilerinin kibrinden, yaptıkları kötü gazetecilikten, gazeteciliğin kurallarından, “hadi ispat edin bakalım suçsuzluğunuzu” tavırlarından, belgeseverliklerinden bahsedilebilir.

Ama ben bunun yerine geçen seneden iki örnek vermek istiyorum:

 

“HAZRETİ ATATÜRK KAVGASI”

3 Kasım 2008’de Taraf Gazetesi “Hazreti Atatürk kavgası” başlıklı bir haber yaptı. Haberde sanatçı Müjdat Gezen’in Can Dündar’ın “Mustafa” filmiyle ilgili bir televizyonda katıldığı programda boykot çağrısı yaptığı ve “Bugün Can Dündar Türkiye liboşlarının en önde gidenidir. İşine gelir Ergenekon’a komplo der, işine gelir içinden çıktığı dernek ve grupları yerden yere vurur, gün gelir Atatürk’ün sofrasına hakaret eder. Herkese Müjdat Gezen Tiyatrosu’nda gösterime giren “Mustafa Kemal” oyununu tavsiye ediyorum. Can Dündar gâvurundan iyidir.” dediği iddia edildi.

Bunun üzerine Taraf Gazetesi yazı işleri müdürü Eray Özer’i arayan Müjdat Gezen böyle bir açıklamasının olmadığını söyledi ve bu sözlerin kaynağını sordu. Aldığı yanıt ilginçti. Taraf Gazetesi, haberi bir internet forumundan almıştı!

Taraf bu olaydan sonra da özür dilemişti ama hâlâ, yüzlerce internet sitesinde “Kemalist Müjdat Gezen fena yakalandı!” tarzı haberler durmakta. Ve mesela Taraf’ı düzenli okumayanlar, muhtemelen özrü görmedi ve Müjdat Gezen’i bugün bile o şekilde değerlendiriyor.

 

“TARAF’I KORKUTAN YÜZLER”

Bu haber belki daha çok bilinir, hatırlanır… Taraf’ın solculara, “Ergenekon meselesinde taraf olmayı” öğütlediği bir dönemde BirGün’de manşetten yayınlanmıştı bu haber. Mevzu şuydu:

Ezilenlerin Sosyalist Platformu (ESP), Taraf ve BirGün gazetelerine ilan vermiş, bu ilanlarda, 6-7 Eylül olaylarından Hrant Dink cinayetine, Gazi Mahallesi’nden 1 Mayıs 1977’ye kadar pek çok olayın kontrgerilla tarafından gerçekleştirildiği anlatılmıştı. BirGün’deki ilanın üst kısmında, metni tamamlayan bir fotoğraf kolajı vardı. En önde Kenan Evren, Mehmet Ağar, Hurşit Tolon, Tansu Çiller gibi isimlerin yer aldığı, Şevket Kazan, Yaşar Büyükanıt, Korkut Eken, Veli Küçük, Yeşil gibi portrelerle tamamlanan bu kolajın üstünde “Bize güç verin, onlara diz çöktürelim” ve altında “Savaş suçluları mahkemesi kurulsun, kirli savaş baronları yargılansın” yazıyordu. Taraf’ta yayınlanan ilanda ise, kolajın olduğu yere, Susurluk’ta kaza yapan Mercedes marka otomobilin ve Şemdinli olayının fotoğrafı konmuştu. Bunun üzerine işkillenip, bir ESP temsilcisi ile telefonda görüşmüştüm. “Maalesef Taraf orijinal ilanı basmak istemedi” demesi üzerine olayı haberleştirmiştim. * * * Şimdi Taraf’ın bu son NTV fiyaskosuna bakıyorum da, aslında hiçbir şey değişmemiş. Çünkü gazeteyi yöneten mantık aynı. Ve bu değişmiyor. Hem yargıç-infaz memuru-sıkıyönetim savcısı-polis-adaletin kılıcı, hem kahraman gazeteci! Son bir anekdot: “Taraf’ı korkutan yüzler” haberinden sonra, Taraf’ın o dönemki yazı işleri müdürü, ilanı hukuki açıdan incelediklerini, suç sayılabilecek unsurlar tespit ettiklerini, bu yüzden ya görsel malzemenin, ya metnin değiştirilmesini talep ettiklerini söylemişti. O gün bir gazeteciden ziyade, bir yargıçla konuşuyormuşum gibi gelmişti. Sebepsiz değilmiş…