Son Yazılar
Mustafa Kuleli
25 Mart 2013, Pazartesi

25 Mart 2013

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Türkiye’nin en güçlü iki siyasetçisi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın vardığı ve bizim henüz detaylarına vâkıf olmadığımız uzlaşmayı konuşuyor herkes. Anlamaya çalışıyor.

Ezberler bozulmuş durumda. Zira yıllardan beri tekrarlanagelinen “Kürt sorunu demokrasi sorunudur” paradigması felce uğradı. “Demokratikleşme Kürt sorununu çözecek, bu engel ortadan kalkınca daha da demokratikleşeceğiz diyenler” bu günlerde hiç ortalıkta yok. Meselenin Türkiye ulus-devletini aşan doğası, Ortadoğu’daki yeni denklem ve Öcalan’ın strateji değişikliği pekâlâ farklı bir çözüme kapı aralıyor.

Bu çözümün bir tarafında Kürtlerin talepleri, bir tarafında Başbakan Erdoğan’ın istekleri var kuşkusuz. Bu iki kefenin nasıl dengeleneceği ise şu an belirsiz…

Bazıları barışın bedelinin demokrasi olacağını, Kürtlerin talepleri karşılığında otoriter bir başkanlık rejimine yeşil ışık yakacağını söylüyor. Üstelik bu kaygıyı dile getirenler, kimi liberaller tarafından barış karşıtlığı, kimi Kürtler tarafından ukalâlıkla itham ediliyor.

Farklı sesler “akıl vermeyin” diye tersleniyor. Hâlbuki kaygılar yersiz, sorular anlamsız değil. Tam da demokratikleşme yönünde adım atılması gereken bir zamanda neden hükümette bir hareketlenme yok? Sınır dışına çekilme tamam. Peki Kürt meselesinin çözümü için ne yapılıyor Ankara’da? Erdoğan’ın böyle bir gündemi var mı hakikaten? Roboski katliamıyla ilgili skandal bir meclis raporu hazırladı AK Parti. ‘Çözüm süreci’ var diye görmezden mi geleceğiz bu hakareti? Tüm hayatı boyunca Kürt meselesini yazmış bir gazeteci sansürlendi. Bugün bu ülkede Hasan Cemal’e yazı yazdırılmıyor. Bu mu çözümden anladığımız?

Bu soruları sormak, kaygıları dile getirmek, Kürtlere akıl vermeye çalışmak ya da muazzam siyasi deneyimlerini küçümsemek değil. Hükümetten demokrasi ummak ya da tüm muhalefeti Kürt hareketinden beklemek hiç değil.

Her fırsatta Kürtlere akıl vermeyi kendine görev bellemiş, kıymeti kendinden menkul zevatla, soru soran, eleştiri getiren arasında bir fark vardır değil mi? Kendi basiretsizliği, beceriksizliği, güçsüzlüğü ve ümitsizliğiyle demokrasi mücadelesinde havlu atmış, bu işi de Kürtlere havale etmiş yorgun demokratlarla, elin taşın altına sokanlar arasında fark vardır… Öcalan elbette pazarlığını yapıyor, ince ince planlanmış bir taktik çizgi hazırlıyor. Ama O da “Bu iş bitti” demiyor ki. Sadece taleplerin kabul ettirilebileceği bir döneme girildiğini, bunun demokratik siyasetle yapılabilmesinin şartlarının oluştuğunu söylüyor.

Yani mücadele asıl şimdi başlıyor. Bu yüzden yeni dönemde, demokrasi güçlerinin zaman zaman birbirine eleştirel yaklaşması, dayanışmanın gereği olarak görülmeli.

Zira ekmek gibi, su gibi ihtiyaç duyduğumuz demokrasi, ancak herkes için, “İslam bayrağı altındaki ortak yaşam”a dâhil olmayanlar için de geçerli olduğu zaman değerli. Ve yıllardır gerçekleştirilmeye çalışılan gönüllü birlik, Ortadoğu’ya nizâmât veren bir ittifak olduğunda değil, halkları özgürleştiren bir model olduğunda sevimli....

Mustafa Kuleli
18 Şubat 2013, Pazartesi

18 Şubat 2013

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Ne yana kafamızı çevirsek bilgi var. Televizyonlar, basılı yayınlar, internet… Peki bu kadar enformasyon gerçekten ne olduğunu anlamamız için mi? Yoksa bu bombardıman gerçeği görünmez mi kılıyor? Bunu kim yapıyor?

Fastfood zincirleri ve sundukları yağlı, tuzlu, şekerli gıdalar beslemiyor ama şişmanlatıyor. Bunu bilmeyen yoktur herhalde. Yine de pek çok insan bu ürünleri tüketme yönünde ciddi bir istek duyuyor. Üstelik her geçen gün bu gıdaların daha fazla çeşidiyle karşılaşıyoruz.

Geçelim medyaya: Dört bir yandan gelen ve bakmadan duramadığımız bilgiler, “aslında ne olduğunu” anlamamızı sağlamıyor. Bize entelektüel bir bakış kazandırmıyor. Zihnimizi berraklaştırmıyor. Ama yine de ekranları kapatmayı, kafamızı çevirmeyi göze alamıyoruz. “İlk bilen” biz olmak istiyoruz. Acaba bir zararı var mıdır bunun da?

Clay Johnson adlı zat-ı muhterem, Bilgi Diyeti (The Information Diet) kitabında, besin tüketimi ile bilgi tüketimi arasındaki benzerliklere dikkat çekip, bunu araştırma sonuçlarıyla destekliyor. O'na göre, abur cubur yemek nasıl obezleştiriyorsa, abur cubur enformasyon da cahilleştiriyor. Cahilleştirmekle kalsa neyse, dikkat toplama, odaklanma ve zekâyı işletme noktasında da büyük sorunlar yaşıyoruz.

Üstelik hep aynı fastfood enformasyon kaynaklarından beslenen gariban günümüz insanı, tükettiklerini sorgulamadan kanaat sahibi olduğu için, sadece inanmak istediğini inanıyor. Ve bir kez inandı mı, bu inanca uygun, tek taraflı kaynaklardan yüksek oranda enformasyon alıyor. Sonuç:  Sadece Ulusal Kanal izleyenlerle, sadece Kanal 7 izleyenlerin 'bilgiye dayalı' kavgası ve bu kavganın yansımalarını yayınlayan genel Türk medyası!

Yani 'malumatfuruş cehalet dönemi'ne girdik. Eskiden düşük oranda enformasyon tüketen, ilgisiz-kayıtsız kişilere cahil denirdi ya. Şimdi iş tersine döndü…

Peki kim bunun müsebbibi? Kim bizi bilgili cahiller haline getiriyor? Amarıga'nın bir oyunu mu bu da? Vallahi rivayet muhtelif… Ama galiba kabahatin çoğu yine bizim, canım kardeşim.

Nasıl yağlı, tuzlu ve şekerli gıdaları istememizin evrimsel bir nedeni varsa (bir sonraki öğünü 'kısmet' olan atalarımız vücutlarında besin depolamalıydı), haklılığımızın kanıtlarını sunan, bizi onaylayan içerikleri, yine evrimsel olarak istediğimizi söylüyorlar…

Her hâlükârda, yemekte de bilgide de seçme şansımız bâki. Bunu görmezden gelip, sorumluluktan kaçmanın âlemi yok. Şişmanlayınca yiyecekleri suçlamadığımıza göre, şimdi niye medyayı suçlayalım? Çözüm basit: Gıda tüketimindeki seçiciliği ve özeni, haber tüketiminde de göstereceğiz. Geçen yazıda “Ne yiyorsak oyuz” demiştik ya, aynı onun gibi “Ne okuyorsak-izliyorsak oyuz” diyeceğiz.

Yeni, bilgi-bol toplumda sağlıklı kalmanın yolu bu…...

Mustafa Kuleli
4 Şubat 2013, Pazartesi

14 Ocak 2013

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

15 Şubat 1999 gecesi. PKK Lideri Abdullah Öcalan, Kenya'dan Türkiye’ye getiriliyor. Cavit Çağlar’ın özel uçağında, karşısında Bordo Bereliler var…

-Abdullah Öcalan, memlekete hoş geldin.
-Sağol.
-Nasılsın, sağlık durumun nasıl?
-İyi. (…)
-Sen şimdi bizim misafirimizsin. Şimdi sana bir şeyler sormak istiyorum. Rahat ol. Kendini öyle sıkıntıya sokma.
-Ben ülkemi severim. Annem de Türk'tü. Eğer bir hizmet gerekirse yaparız. Onun dışında bana bir şey sormayın. (…)
-Bak şimdi kayıt yapıyoruz...
-Kaydedin, yayınlayın. (…) Ben gerçekten söylüyorum. Türkiye ve Türk halkını seviyorum. Onlar için hizmet edeceğime inanıyorum. Fırsat verilirse yaparım.
-Fırsat veririz de istediklerin ne? Ne istiyorsun mesela? (…)
-Bir fırsat verilirse, bir hizmet imkânım varsa ki inanıyorum vardır, hizmet yapabilirim.

14 yıl önce Öcalan böyle diyordu. Buna rağmen, O’nun kana susamış bir vatan haini, yeminli bir Türk düşmanı olduğu imajını yerleştirmeye çalıştılar. Çözüm için rol oynayabileceğini söyleyenleri suçladılar.

Yıl 2013. Bunca kan ve gözyaşından sonra karşı karşıya geldiğimiz şey ne peki? Umdukları gibi PKK’nin yenilmesi mi, yoksa Öcalan’ın söylediklerine gelinmesi mi?

Bugün barış ihtimaline inanmak isteyen herkes Öcalan’dan beklenti içinde. Hayatta olduğu için gerçek bir barışı mümkün kılabilecek tek aktör olarak O görülüyor. Ama tarih kitaplarında Öcalan’dan bahsedilirken bence olası barışın tesis edilmesindeki çabasından da önce yazılması gereken iki şey var: Bu 30 yıllık çatışmalı sürecin halklar arasında bir savaşa dönüşmemesi için gösterdiği azami çaba ve Kürtlerin kendi içsel devriminin öncüsü olması. Zaten aslında bunlar nedeniyle, bugün bu rolü oynayabiliyor ve bunu yapabilecek başka biri de yok.

Şimdi tam da bu rolü oynayacakken, Paris’te PKK kurucusu Sakine Cansız ve iki arkadaşının öldürülmesi ne anlama geliyor? İlk akla gelen soru bu suikastı kimin yaptığı. Türk gladiosu mu, derin PKK mi, İran istihbaratı mı, başka bir güç mü? Şu aşamada bunu kesin olarak bilemeyeceğimize göre, saldırının neye ve kime yönelik olduğuna odaklanmak bence daha önemli.

Hiç şüphesiz bu saldırı, Kürt sorununun çözümünde girilen yeni süreci baltalamaya yönelik bir girişim. Sürecin baş aktörleri (belki de baş müzakerecileri) PKK Lideri Abdullah Öcalan ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan olduğuna göre, saldırı bu iki isimden birine yönelik. (belki de ikisine) Ve kim yapmış olursa olsun, bu gerçek değişmeyecek.

O halde barış isteyenlerin yapacağı şey de belli. Bu iki isme ve sürece sahip çıkmak, çözüm yönünde bir baskı oluşturmak, gencecik çocukların tarih kitapları ve gazete arşivleri için birer sayı olmasının önünde durmak…

Bundan daha hayati bir şey olabilir mi?...

Mustafa Kuleli
4 Şubat 2013, Pazartesi

24 Aralık 2012

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Geçen sabah bembeyaz bir kente uyandım ve işe giderken her gün önünden geçtiğim mendilci teyzenin gerçekten muhtaç olduğunu anladım.

Böyledir bu işler, eğer yeterli hayat tecrüben yoksa bu turnusol anları ancak bir şeyler gösterir sana. Hava sıfır derece, yerler karlı iken, profesyonel dilenci görmezsiniz mesela etrafta. Gerçekten muhtaç olan sokaktadır, sokakta kalmıştır…

Yürüdüm, devam ettim yola. Kartopu oynayan çocuklar gördüm. Ertesi gün okullar tatil edilecek, ne güzel, doya doya oynayacaklar karla. Bu düşüncelerden kalan tebessüm de uzun sürmedi. Çocukları hasta olmasın diye kollarından tutup eve sürükleyen anne babalar geldi gözümün önüne. Bu ülkede hasta olmak nereden baksan çok para. Ya da kıyafeti-ayakkabısı yeterli olmadığı için evde kalan, varsa pencereden bakan çocuklar. Ve ailelerinin çaresizliği, mahcubiyeti…

Kar, işte böyle bir dolu şey düşündürttü bana. Bu beyaz örtü, insanın ruh halini değiştiriyor anlaşılan. En çok da o yaşlı, mendilci teyze kaldı aklımda.

Hava güzelken herkes bir şeyler satabilir sokakta. Ama o soğukta, kar altında mendil satmaya çalışan mecbur olduğu için oradadır. Başka yolu yoktur yaşamasının…

Sınıf hareketi yükseldiğinde mesela, toplumsal hareketler yükseldiğinde, herkes solcu olabilir. Kendi çıkarını işçi sınıfının çıkarında görebilir, kaderini işçi sınıfı davasıyla birleştirebilir. Ama ya sınıf örgütlü değil, sendikalar zayıf, fraksiyonlar dağınıksa? O zaman kim çalışır sokakta, işyerinde, fabrikada?

İşte o zaman, gerçekten başka yolu olmayanları görürsünüz. Kurtuluşun biricik yolunu görenler, o yolda yürürler. Mecburdur insan o zaman bir şeyler yapmaya. Ve yapar da…

Sonra, demokrasiyi gerçekten isteyen, ekmek gibi, su gibi ihtiyaç duyanla duruma göre demokrat olan da bir değildir. Şimdi herkes demokrat. Herkes ordu karşıtı. Herkes sivil. Herkes Kürt dostu. Samimiyeti ölçmek için bir turnusol lazım. 1980 darbesinden sonra ne yaptın diye sorulmalı mesela. 90’larda ne yaptın?..

Velhasıl, davasına samimiyetle inanmış, adanmışlarla; “Nerede hareket orada bereket” şiarıyla yaşayan, rüzgâr oradan esiyor diye yelkenini onunla dolduranlar arasında da bir ayrım olacak elbette.

Varsın birileri safa gelmek için havaların düzelmesini beklesin. Bizi güzel havalar ihyâ etmeyecek. Güzel havaları biz getireceğiz.

N: Bu yazı için 25 Ocak 2010 tarihli, “Güzel havalar demokratlığı” başlıklı Medyatik yazısından yola çıkıldı....

Mustafa Kuleli
3 Şubat 2013, Pazar

Türkiye’de adeta bir yemek Rönesans’ı yaşanıyor farkında mısınız? Uluslararası başarılar kazanan şeflerden, dünya standartlarındaki mekânlardan, artan hizmet kalitesinden bahsetmiyorum yalnızca. Beni asıl etkileyen zihinlerdeki değişim.

Artık herkes ne yediğine, nasıl yediğine özen gösteriyor mesela. Köylü pazarları ve organik pazarlar kalabalıklaşıyor. Marketlerdeki organik ürün reyonları gitgide genişliyor. Aldığı ürürünün arkasındaki açıklamaları dikkatle okuyanları görüyoruz her yerde. Kimse eskinin sağlıksız ürünlerini kolay kolay tüketmiyor. Katkı, koruyucu, aspartam, gluten, nişasta bazlı şeker, GDO, antibiyotik gibi kelimeler hayatımıza girdiği gibi çıkıyor.

“Yaparım bir hazır çorba, içerim” diyenler yok mu peki hâlâ? Ebette var. Bir eğilimden bahsediyorum ben. Aile kasabına, şarküterisine, ürünü kötüyse vermeyen manavına dönen insanlardan, mevsimine göre tüketenlerden, yavaş yavaş, keyif alarak yiyenlerden bahsediyorum.

Peki bu nasıl oldu? Nasıl oldu da hazır gıdaların-ölü gıdaların doldurduğu bu piyasada, eksik beslenen hatta beslenemeyen biz kurbanlar, bu zihinsel sıçramayı yapabildik?

Birinci ve en önemle neden artık mızrağın çuvala sığmaması. Hızla artan kanser ve obezite vakaları, antibiyotik kokan tavuklar, yediği ‘bozulmayan’ gıdalar sayesinde toprak altında çürüyemeyen insanlar…

Ve tabii medya… Bu korkunç duruma dikkat çeken ve çözümü gösteren kişilere alan açan medya sayesinde yeme-içme-sağlık konuları bu kadar revaçta.

Zamanında, televizyonda sucuk reklamı veriliyor diye söylenenler, şimdi de ekranda kuzu yiyen Vedat Milor’a kızıyordur eminim. Kızmasınlar. Yiyip-içtiğimizi, yaşadığımız anı duyumsamayı öğreniyoruz onunla. Hayattan tat almayı, kötüye ‘yemezler’ demeyi öğreniyoruz. Solcular korkmasın, solculuklarına halel gelmez bundan.

Sonra, çeşit ceşit yemek programı var kanallarda. Sağlıklı malzemeler, o malzemeleri yemek haline getirirken kullanılan temel teknikler konuşuluyor. İnsanlar artık bunu önemsiyor, bunun üzerine kafa yoruyor. Bence çok güzel, insanı incelten bir şey bu…

Eğer şimdiye kadar ilgilenmediyseniz bu meselelerle, belki vesile olurum bugünden sonra. Çünkü aslında yemek meselesi de politiktir ve bu konuları daha fazla konuşmamız gerekir. Çünkü ne yiyorsak o oluruz ve nasıl yiyorsak öyle yaşarız…...