Son Yazılar
1 Eylül 2010, Çarşamba

Güleryüz, yaratıcılık ve samimiyet üzerine

04 Oçak 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Bu hafta bir televizyon programının hikâyesini anlatmak istiyorum sizlere.

Bazılarınız bilir, “Günaydın Hayat” adında bir program yaptık geçen sene Hayat TV’de. Kanalımızın, gazete manşetlerinin okunduğu, eleştirildiği bir sabah programına ihtiyaç vardı, biz de nasıl bir şey yapmalıyız diye kafa yorduk biraz.

Şöyle düşündük; bu program yalnızca kanalın kendi yerleşik izler kitlesi için yapılmamalıydı her şeyden önce. Televizyon, doğası gereği geniş kesimlere seslenen bir mecra olduğundan, programı izleyeceğini düşündüğümüz kitleyi en genişinden hayal ettik. Bir de haddimize değil ama sol siyasetlerin bir birlik sorunundan önce bir iletişim sorunu olduğunu, hatta bir içine kapanıklık problemi olduğunu düşündüğümüzden, diğer dostlarımızı da oyuna davet ettik. Birgün’den İbrahim Aydın’ın, Bianet’ten Ertuğrul Kürkçü’nün, Radikal’den Ertuğrul Mavioğlu’nun, Taraf’tan Markar Esayan’ın, Günlük’ten Filiz Koçali ve Ayhan Bilgen’in her hafta programa katılarak gündemi değerlendirmesi fikri buradan çıktı. Bir bakıma bu isimleri ve gazeteleri aynı platformda buluşturmuş olduk.

Sonra memleketteki ‘solcu’ imajını düşündük biraz. Özgüveni eksik, rekabete kapalı, mutsuz, dar bakışlı, kendisiyle ve herkesle küs, sert, asık suratlı bir tip duruyordu önümüzde. Aslında programın her şeyini bu tipin tam tersi olarak kurgulamaya çalıştık diyebiliriz. Neticede her sabah, yeni bir politik gelişme karşısında tavır alarak epey ciddi ve tehlikeli bir iş yapacaktık ama ciddi olmak asık suratlı olmayı gerektirmiyordu ki! Alabildiğine güleryüzlü ve enerjik olacağız dedik ve öyle olmaya çalıştık...

Hâlâ aklımda, ilk haftalarda bir izleyicimizin “program eğlenceli ama herkesten daha ciddi” demesinin bizi nasıl mutlu ettiği.

Bir de mevcut sabah-haber kuşakları vardı önümüzde. O ‘büyük’ haber kanallarındaki,’ prezentabl’ spikerlerin çalışılmış mimikleri, donuk-ciddi bakışları ve uzun uğraşlarla elde edilmiş sesleri ile ’profesyonel’ce yaptıkları, hatasız işler. Biz istemedik bunu. ‘Başka türlü’ olalım dedik. İzleyenlerin duygularını rahatlıkla ifade edebildiği, mesafesiz, duvarsız, sıcak, sahici bir ilişki kurmaya çalıştık. Galiba becerdik de…

Peki niye anlatıyorum durup dururken bunları?

Büyük laflar etmekten kaçınırım genelde ama yine de söyleyeceğim: Ortak akılla bulduğumuz ve Günaydın Hayat’ta uygulamaya çalıştığımız bu yaklaşım siyaset ve medya alanında başka başka işlerde de kullanılabilir gibi geliyor bana. Yani aynı tarafta olduğumuz dostlarla bir araya gelip, beraber bir iş kotarmaya çalışmak, bu işi güleryüzle, enerjik bir şekilde yapmak ve başkalarına özenmeden, olduğumuz gibi, sıcak, sahici, rahat bir tarz tutturmak...

Hayatın sırrını keşfetmiş değiliz, tamam. Hatta belki kendi içinde olduğum bu işi fazla önemsiyorum. Ama yine de anlamlı bir nokta bence bu.

Güleryüz, samimiyet, birlik, yaratıcılık ve sahicilik… İletişim ve imaj çağında silahımız ancak bunlar olabilir....

1 Eylül 2010, Çarşamba

Yarın, Hrant'ın düştüğü yerde...

18 Oçak 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Ağabeyimiz, kardeşimiz, dostumuz, yoldaşımız, hakikat anlatıcımız Hrant'ı üç yıl önce aramızdan aldılar.

O günün akşamında insanlar kendiliğinden Taksim Meydanı'nda buluştu. Acıyla, öfkeyle hesap sordu. Sonra cenaze töreninde on binler tek bir pankartın arkasında toplanarak, “Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeni'yiz” dedi.

Bu cinayetin hesabı sorulacaktı, o karanlık odaklarla mücadele edilecek, davanın peşi bırakılmayacaktı...

Hrant öleli üç sene oldu. Lütfen şimdi herkes sorsun kendine: Biz bu üç senede davaya ne kadar sahip çıkabildik? Bu üç yılda ne yapabildik? Mesela, dava günleri Beşiktaş Adliyesi önünde kaç kişiydik?

Faşist tetikçilerin ve onların avukatlarının mahkeme önlerinde Hrant'a ve ailesine hakaret etmesine, bizlerle dalga geçmesine izin verdik. Şimdi rahat mı içimiz?

Üç senedir bizi oyalıyorlar. Davada bir ilerleme yok. Adalet talep etmeyecek miyiz? Hükümetin 'demokrat' maskesini düşürmeyecek miyiz?

Ey üç sene önce “Hepimiz Hrant'ız” diye yürüyen o güzel insanlar, neredesiniz?

Hrant'ın düşü için, gerçekten demokratik ve insanların birarada, kardeşçe yaşadığı bir ülke kurmak için yarın sokağa çıkmayacak mısınız?

Yarın Agos'un önünde, Hrant'ın düştüğü yerde kaç kişi olacağız? Akşam Taksim'de ne kadar güçlü haykıracağız?..

Artık kabul edelim, bebeklerden katil yaratan, katillerden kahraman yaratmaya çalışan bu karanlık, biz sokaklarda olmadığımız için var...

Haydi sokağa.

İSTANBUL'UN DA TEK DERDİ BUYDU ZATEN

Cumartesi akşamı, Taksim... Her taraf çift kat polis bariyeri, trafik kesilmiş. Ne o, kutlama var. Ne kutlanıyor? İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkenti oluşu. Emekçiye kapatılan meydan (hoş meydan demeye de bin şahit ister ya, neyse) 'Kültür Başkenti' kutlaması için açılmış. Açılmış lafı da bir garip aslında, zira meydanın her tarafı bariyerlerle çevrili. Bir kafes adeta! Bizim mülki-idari amir zihniyetimizin bir yansıması da bu işte: Kapatmak istiyorsan bariyerle çevir, açmak istiyorsan yine bariyerle çevir. “Elinde çekiç olanın gözüne her sorun çivi görünür” misali...

8 buçuk milyon TL'lik, 'kalabalıktan istifade cinsel tacizli' açılışla İstanbul 2010 Avrupa 'Kültür' Başkenti olacak(!)

Kimisinde bir heyecan, bir coşku ki sorma gitsin. Cemaatçisi, eski solcusu, liberali hep birlikte proje paralarından yeme derdinde.

Bir de bazı aklı evveller saf saf övünüyor bu “Kültür Başkenti” payesi ile. Sanırsın İstanbul'u onurlandırdı majesteleri. Bu yıl hangi şehirler Avrupa Kültür Başkenti? Almanya'dan Essen, Macaristan'dan Pécs ve İstanbul.

Pécs ile aynı unvanı taşımak İstanbul için ne şeref ama değil mi?

Son 10 yıldan, başka Kültür Başkenti örnekleri de vereyim oldu olacak: Salamanca (İspanya), Cork (İrlanda), Patras (Yunanistan), Sibiu (Romanya), Stavanger (Norveç), Vilnüs (Litvanya).

Nasıl, değmiş değil mi kutlama için harcanan 8 buçuk milyon TL'ye?

“HAVA DÖNDÜ İŞÇİDEN, İŞÇİDEN ESİYOR YEL”

Malumun ilanı: Güzel şeyler oluyor! İşte Ankara'da TEKEL işçileri... Aileleriyle, iş arkadaşlarıyla, sendikalarıyla, partileriyle, gazeteleriyle direniyorlar. Tarih yazıyorlar. Tüm sınıfa güç taşıyorlar. Doktorlar 'Tam Güm Yasası(!)'na karşı salı günü iş bırakacak. Kamu emekçileri 25 Kasım grevinden sonra gücüne daha çok güveniyor. İşte İstanbul'da itfaiye işçileri, işte Gaziantep'te Çemen Tekstil işçileri, işte Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu emekçileri! Her yerde bir grev, her yerde bir direniş var. Can Baba'yı şimdi anmazsak ne zaman anacağız:

“hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel dumanı dağıtacak yıldız-poyraz başladı bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel bahar yakın demek ki mevsim böyle kışladı hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel”...

1 Eylül 2010, Çarşamba

Berlin’e dair üç hikaye

01 Şubat 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

BİR

Doğu Berlin’deki Stasi Museum’a doğru hızlı adımlarla yürürken neyle karşılaşacağımdan emin değildim. Az sonra gireceğim eski Stasi (Doğu Alman Devlet Güvenlik Bakanlığı) binasında geçmişin övüldüğü bir manzara görebilir miydim? Mümkün müydü böyle bir şey? Alexanderplatz’dan metroya binmiş, yer altından önce Karl Marx Ale’yi sonra Frankfurter Ale’yi kat edip buraya varmıştım. Müzeye girip, koridorlarda biraz dolaşınca yenilginin kaçınılmazlığını bir kez daha anladım.

Sosyalist Doğu Almanya hangi alanda çok iyiydi? Sporda mı, sanatta mı, sanayide mi, uzay çalışmalarında mı? Hiçbirinde değil. DDR, yalnız bir alanda kendini dünyaya ispatlamış: İstihbarat alanında. Stasi yıllar boyu dünyanın en iyi istihbarat servislerinden biri olarak anılmış. Bu başarı yalnızca uluslararası alanda kalsa, Stasi sadece NATO ülkelerini avlasa sorun değil, Devlet Güvenlik Bakanlığı kendi vatandaşlarına karşı çalışmış. 16 milyon nüfuslu Doğu Almanya’da 6 milyon kişinin kaydını tutmuş. 6 milyon kişiyi fişlemiş…

Her sene Ocak ayının ikinci Pazar günü yapılan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i anma yürüyüşünde kortej işte bu binanın da önünden geçer. Sosyalistlerin bir kısmı buradan geçerken mahzunlaşır, başını çevirir, başka yerlere bakmak ister gibi gelir bana.

Ben hüzünlenirim...

İKİ

60’lı yıllarda Almanya’daki öğrenci hareketinin en önemli önderlerinden Rudi Dutschke, sağcı çok-star gazete Bild’i yayınlayan Springer medya grubunun hedefindedir. Bild Gazetesi, halkı galeyana getirmek için ‘Dutschke’yi Artık Durdurun!’ başlıklı bir manşet atarak Rudi’yi hedef gösterir. 11 Nisan 1968 tarihinde işçi Josef Bachmann, Dutschke'ye üç el ateş eder. Rudi Dutschke ölmez ama beyninde kalıcı bir hasar meydana gelir. Bu hasar 24 Aralık 1979'da, evindeki küvette, sara krizi sonucu boğularak ölmesine sebep olur.

Yıllar sonra, Nisan 2008’de, Almanya’daki Sol Parti (Die Linke), Yeşiller ve Sosyal Demokratlar Bild’in binasının da bulunduğu sokağa Rudi Dutschke’nin ismine vermek ister. Sağcılar ayağa kalkar. Bunun üzerine referanduma gidilir ve sonuçta halkın iradesiyle karar alınır. Springer medyası ve Bild gazetesi, artık künyesinde “Rudi Dutschke Caddesi” adını kullanmak zorundadır.

Ben Berlin’e her gidişimde o sokağa gider ve Rudi Dutschke’nin şu sözünü hatırlar, umutlanırım:

“Devrim, birkaç günlük silahlı çatışmalar, kapışmalar demek değildir. Devrim, uzun bir yürüyüştür. Eski klikten yeni bir klik yaratıp yeni insan türü demek değildir. Tam tersine, aşağıdan toplumun demokratikleştirilmesi ve yukarıdaki yönetici bürokrasiye karşı mücadeledir. Dünyanın her yerinde bu savaş sürecek. Bu savaş uzun, çok uzun bir süreçtir. Kavga bitmemiştir...”

ÜÇ

Bugün Berlin’de sosyalizm döneminden kalma eşyaların satıldığı bitpazarlarında geçmiş ve hatıralar el değiştirir, Alexanderplatz’dan sosyalizmin ruhu silinir, Berlin’e bir saat mesafedeki Frankfurt (Oder)’de ‘Gençliğin Tiyatrosu’ harap haldedir…

Ben bunları ve bunlar gibi nice hikâyeyi anlatmak, iki kişi arasındaki duvarları yıkmak, sevdiğim kadının hikâyelerini dinlemek, onları dinlemeyi hak etmek isterim. Ama olmaz işte.

Hikâyelerin anlatılamaması, nereden baksan başka bir hikâyedir.

İşte ben de bunları anlatır, yaşar giderim....

1 Eylül 2010, Çarşamba

Yazmak ve okumak üzerine

07 Aralık 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Yazı yazmak üzerine yazı yazmak, her köşe yazarının fantezisidir. Bilhassa yazacak konu bulunamadığında hemen bu fantezi hayata geçirilir…

Benim mesela, yazmaktan yana bir derdim yoktur ama konu bulmakta sıkıntı çekerim. Kimisi de bunun tersini yaşar.

Şimdi “yazacak konu mu yok kardeşim” diye itiraz edeceksiniz ama n’apayım. Bulamıyorum! Medya, Başbakan, siyasetçiler, ergenekon, yoksulluk, sefalet, her tarafta konu var değil mi? Yok aslında. Çünkü farklı bir şey yapmak istiyor insan. Söylenmemiş bir şey söylemek, gazeteci ağzıyla bir ‘açı’ yakalamak istiyor. Ama bu da mümkün olmuyor işte her zaman.

Zaten herkes, her şeyi, her gün yazıyor ya, bazen onlara bakınca içimden gelmiyor yazmak...

Sonra insanın günü gününü tutmaz ki. Bazen enerjiyle dolu olursun, bazen parmağını oynatacak mecalin olmaz. Bazen bıçak gibi keskindirzekân, zihninde fikirler, espriler uçuşur; bazen kafan öyle dağınıktır ki oturup yazıya yoğunlaşamazsın.

Hayat gailesi, yürek çarpıntısı derken yazıya gelmez sıra. Gelse de, o yazı bir şeye benzemez...

İşte böyle durumlarda, okur hoş görmeli yazarını, eski günlerin hatırına. Bir e-posta gönderip sırtını sıvazlamalı. 'Olsun' demeli. 'Arada olur böyle'...

Aman neyse, ben de kalkmış çok önemli bir şeymiş gibi yazma buhranlarımdan bahsediyorum. Yazmayı bırakıp okumaya geçelim biz en iyisi:

Merak ediyorum, gazetelerdeki köşe yazılarını nasıl okur insanlar? Kimisi sade başlığına bakar, kimisi göz gezdirir, kimisinin düzenli okuduğu yazarlar vardır, başkasına yüz vermez…

Ben çoğu zaman yazının başlığından başlar, ilk cümlesinde konaklar, yazının son paragrafına kadar göz gezdirir, son paragrafını okur ve eğer ilgimi çektiyse, yazıyı en başından doğru düzgün okurum.

Evet, biraz saçma gözüküyor ama ben böyle yapıyorum.

Ve uzunca bir zamandır aslında başkaları nasıl okur merak ediyorum. Bu hafta da anket amaçlı kullanalım köşeyi. Siz nasıl okuyorsunuz köşe yazılarını? Kimleri okuyorsunuz? Kimin, nesini beğeniyorsunuz? Gazeteleri internetten mi okuyorsunuz, gidip alıyor musunuz? Bir e-posta gönderseniz bana, memnun olurum. Makbule geçer.

Bu hafta da böyle olsun....

1 Eylül 2010, Çarşamba

Daldan dala sosyalizm: Her şey o kadar kötü müydü?

01 Mart 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Oder nehri kara bir sudur akar, bugünkü Almanya ile bugünkü Polonya arasından. Üzerinden gelip geçilen, sınır olmayan bir sınırdır şimdi. Zaten Almanya tarafı biraz Polonya’dır tarihsel olarak. Yalnız, Almanya tarafında geniş caddeler dikkat çeker. Birbirine benzeyen koca koca bloklar vardır, insanlar buralarda oturur. Sosyalist Doğu Almanya’nın ruhu henüz terk etmemiştir Frankfurt (Oder) sokaklarını. Ben işte bu ruhu anlayabilmek için dolaştım buraları…

Eskiden Türkiye’de neden Doğu Almanyacı olmadığını düşünür dururdum saf saf. Öyle ya, Sovyetler Birliği taraftarları, Maocular, Kübacılar, Arnavutluk yanlıları varken, Doğu Almanyacı yoktu, sol siyaset sahnemizde. Demokratik Alman Cumhuriyeti, ayrı bir ülke olduğuna göre onun da yandaşlarının olması gerekirdi.

Derlerdi ki bana, “Ha Doğu Almanya, ha Sovyetler!” Ben ise diretirdim, çocukça bir romantizm ile Marx’ın, Engels’in, Karl Liebnecht ve Rosa Luxemburg’un topraklarında kurulmuş bu ülkenin, herhangi bir “uydu devlet” olmasını kabullenmek istemezdim. Ama gerçek buydu… Burada sosyalizm tanklarla kurulmuştu.

Sonra bir gün bir film izledim ve hayatımın akışı değişti. “Good Bye Lenin” adlı bu film Doğu Almanya’ya romantik bir tarzla yaklaşıyor, buranın özgünlüğünü resmedip “aslında her şey o kadar da kötü değildi” diyordu. Film üzerine çok düşündüm. Tekrar tekrar izledim. Sonra da Doğu Almanya’ya gitmeye karar verdim. O günden beri bu meselelerle haşır neşirim…

İşte böyle mütemadiyen geçmişte seyahat ederken, reel sosyalizmin ürettiği en ilginç ürünlerden biriyle karşılaştım geçenlerde. Her Sovyet vatandaşının alabilmesi için düşük maliyetle üretilmiş basit bir fotoğraf makinesiydi bu. Adı Lomo Kompakt Automat, kısaca LC-A. 1970'li yıllarda üretilmeye başlanmış. 1991’de Avusturyalı 3 genç Prag seyahatleri sırasında, ikinci el mağazasından aldıkları bu makinenin ilginç renkler, ışık patlamaları ve efektlerle fotoğraf çektiğini görüp LC-A’ya hayran olmuş. Ve çok enteresan bir şekilde LC-A’yı dünya çapında bir trend, bir alt-kültür haline getirmiş. Meraklısı mutlaka internetten bakmalı bu hikâyeye… (http://getir.net/g6r)

Benim ise aklım yine başka bir şeye takıldı: Her şeyin kötü gittiği bir rejimde yöneticiler vatandaşların fotoğraf makinesinin olmasını ister mi? Fotoğraf makinesi mutlu anları kaydettiği gibi, mutsuzluğu, yoksulluğu, yoksunluğu da kaydetmez mi? Tehlikeli bir alet değil midir bu rejim için?

Her Sovyet vatandaşının fotoğraf makinesi sahibi olmasını isteyen yöneticilerin, insanların mutlu olmasını, daha iyi yaşamasını istememe ihtimali var mı?

Hakikaten sosyalizmde her şey kötü müydü?

Koca bir geçmişi mahkûm ederken, sosyalizme gerçekten inanmış insanları tenzih etmek önemsiz bir detay mı?...