Son Yazılar
30 Ağustos 2010, Pazartesi

TV’de liberaller ve tek kale maç

25 Mayıs 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Teknoloji ucuzladı, imkânlar arttı ya, artık bir dolu haber kanalı var. Zaten milletçe televizyon başından ayrılmıyorduk, şimdi üstelik her tür alıcıya uygun bir mal da bulunuyor TV piyasasında. Tabi hala temel haber kaynağımız gazeteler. Bir TV haber merkezinin, ‘bomba haber’ patlattığını, gündemi değiştirdiğini, yolsuzlukları ortaya çıkardığını falan hatırlamıyoruz. Yani bu kanallarda gündem yaratan, dört başı mamur televizyon haberleri yok aslında. Ajanslardan görüntü gelsin, üzerine dış ses okunsun, ekrana konsun. Sistem bu. Ha, bir de telefon bağlantıları var tabi…

‘Peki neden böyledir?’ diye sorarsanız, iki husustan bahsedebilirim: Bir, medya patronları çoğu zaman iyi gazeteciliği önemsemiyor, onların derdi siyasi güç ve ekonomik çıkarın korunması. İki, piyasa hala küçük, reklam gelirleri yetersiz ve haddinden fazla mecra var. Gelirler de bu nispette bölünüyor.

Dönelim tekrar TV yayınlarına. Bütün günü böylece geçirdik, peki prime-time’da, akşam saatlerinde ne yapacağız? Dizi izlemek istemeyenlere ne alternatif sunacağız? Burada da devreye ‘lak lak programları’ giriyor. Nedir ‘lak lak programı’? 4-5 tane uzman, gazeteci, akdemiysen çağırılır (ki aslında hep aynı kişilerdir onlar), stüdyoda ağırlanır, gündemdeki mesele konuşulur... Prodüksiyon maliyeti sıfıra yakındır.

‘Lak lak programları’ da kendi içinde ikiye ayrılır: ‘Tek kale lak lak’, ‘çift kale lak lak’.

‘Çift kale lak lak’ta heyecan dozu yüksektir. Türk milliyetçisi ile Kürt, liberal ile Kemalist, İslamcı ile laikçi, sağcı karikatürü ile solcu karikatürü, bu tarz programların değişmez oyuncularıdır. Hemen sinirler gerilir, atışmalar başlar. Hatta geçen hafta 32.Gün’de gördüğümüz üzere yumruk yumruğa kavga bile gerçekleşebilir. Gerçi yayında birbirine sövenlerin, reklam arasında ‘kakara kikiri’ yapması da gayet alışıldık bir şeydir ya, neyse… Zaten seyircinin bundan haberi olmaz.

‘Tek kale lak lak’ ise daha ziyade son dönemde popüler olmuş bir tarz. Kanal 24’ü, Mehtap TV’yi, Samanyolu Haber’i, Ülke TV’yi açarsanız mesela*; bir ‘hoşgörülü’ İslamcı, bir eski solcu liberal, bir (i)kinci cumhuriyetçi ve bir geleneksel sağcıdan müteşekkil ‘açık oturum’lar görebilirsiniz. Kişiler nadiren değişse de kontenjanlar değişmez. Yani oyun sistemi aynıdır: toplu savunma, toplu hücum! Karşıda cevap verecek olmadığından atış serbesttir.

Tabi böylesi bir rahatlıkta, konuşanların itici hale gelmesi de kaçınılmaz oluyor maalesef. Egolar kontrolden çıkıyor, maskeler düşüyor, tevazuunun sınırlayıcı ipleri kopuyor, saygı yok oluyor. Adeta kahvehane atmosferinde atıp tutma pratiği başlıyor. Birbirini gaza getiren konukların bıyık altı gülüşleri, hınç dolu kötü adam kahkahalarına dönüşüyor. Her şeyin doğrusunu bilen ve her şeye hâkim olan Kemalist elit eleştirilirken, özgüven patlamaları yaşayan stüdyo konukları, neredeyse o kibirli, seçkinci zümreden beter oluyor. Her şeyi açıklayan, bilen, ahkâm kesen, büyük büyük laflar eden bu zevat, “Nasıl koydu ama Tayyip hepinize!’ tonundaki hezeyan ile zafer sarhoşluğu yaşıyor…

Netice itibariyle, bu programlar sayesinde toplum daha da geriliyor. Herkes kendi tuttuğu kampın sözcülerine daha da bağlanırken, diğer kampın destekçilerine daha çok küfrediyor. Taraflar yalnızca duymak istediklerini duyuyor, inanmak istediklerine inanıyor. Televizyon’da konuşanlar ise hep aynı hikâyeleri tekrar edip, kitlelerini rahatlatıyor…

Ama galiba, bu programlara çıkıp konuşanlar kaybediyor aslında. Bağımsız olma, her dönemde saygı duyulan bir aydın olma şansı, rövanşist duygulara ve cemaate sığınma güdülerine kurban oluyor… Yoksa olmuyor mu? Fikirlere değil de, kişilere ve hareketlere bu denli bağlı malum zevat; yarın es kaza bir CHP-MHP hükümeti kurulsa ne yapacak, yine ekranda olacak mı merak ediyorum doğrusu…

*Elbette bu kampın tam karşısında yer alan, Kemalist yayın organlarında da benzer bir durum söz konusu. Ancak bu televizyonlar hem izlenirlikleri hem de etkileri bakımından oldukça zayıf....

30 Ağustos 2010, Pazartesi

Ucuz gazete alacak kadar zengin değilim

06 Nisan 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Çok-satar gazetelerin patronları, gazetelerinin daha çok okunmasını istemiyor. Gerçekten. “Bu kadar satış bize yeter, daha fazla satmayalım” diyorlar. Çünkü gazeteleri aslında ‘zararına’ satılıyor.

Başlangıçta mantıksız gelebilir ama gerçek bu. Belli başlı bütün gazeteler zararına satış yapıyor. Mesela maliyeti 70 kuruş olan gazete, 40 kuruştan satılıyor. Yüksek maliyet ve ucuz fiyat arasındaki fark da, reklamla ve medya dışı işlerle kapatılmaya çalışılıyor. Varın bu gazetelerin reklamverenler ve hükümetlerle girdikleri ilişkiyi siz düşünün. Alınan ihaleler, kredi pazarlıkları, gizlenen haberler, haber görünümlü şirket reklamları vs. vs…

Meseleyi daha da somutlaştırmak için rakamları kullanalım, Hürriyet’in 2008 yılının ilk dokuz ayındaki bilançosundan bazı verilere bakalım:

Hürriyet gazetesinin editoryal giderleri; artı matbaa, işçilik, kalıp, kâğıt, baskı ve dağıtım harcamaları 444 milyon TL. Peki, buna karşılık elde ettiği tiraj geliri ne kadardır sizce? Söyleyeyim, sadece 83 milyon TL. Aradaki farkı nasıl kapattıklarını ifade ettik. Siz olsanız daha çok satmak ve bu farkı arttırmak ister misiniz?

Reklam gelirleri azalır maliyetler her gün artarken, hiç olmazsa bir miktar kâr eden gazetenizin zarara geçmesi demek olur bu. Tiraj yükselirse, maliyeti reklamla kapatmak imkânsız hale gelir. Yani, optimum tiraj idealdir… Ne daha fazla, ne daha az.

DOĞAN GRUBU FİYATLARI BASKILADI

Evet, daha az satmamak da önemli. Hürriyet’in diğer kaygısı fiyatını yükseltince ciddi olarak tiraj kaybetmekti. Bu, reklam pastasından daha az pay alması ve diğer gazetelerin yükselmesi demekti.

Uzunca bir zamandır, Yavuz Semerci, Hurşit Güneş ve Fatih Altaylı bu konuya çeşitli vesilelerle değindi. Reklamlarla kâr eden Hürriyet’in, fiyatını yukarı çekmeyerek piyasayı baskıladığı, dolayısıyla diğer gazetelerin de fiyatını düşük tutmasına neden olduğu belirtildi.

Ancak şimdi, bu durum değişiyor. Son 15 günde gazeteler tek tek fiyat artırımına gittiler. Önce Vakit 60 kuruş oldu, sonra Taraf 50 kuruşa çıktı, Haberturk hafta içi 75 kuruş, hafta sonu 1 TL oldu, Cumhuriyet fiyatını 1 TL’ye çıkardı ve Hürriyet de hafta içi 50 kuruş, hafta sonu 75 kuruşa satılacağını duyurdu.

Yeter mi? Yetmez. Kimse kusura bakmasın, gazeteler daha da pahalanmalı. Avrupa’da 1 - 1,5 hatta 2 Avro’ya satılan bu gazete denen şey, Türkiye'de kaç Avro, hiç hesap ettiniz mi?

“AVRUPAYLA BİZ BİR MİYİZ CANIM?”

Evet biriz. Cep telefonu, bilgisayar, televizyon, otomobil alırken Dolar üzerinden, Avro üzerinden alıyoruz da gazetelerde niye benzer bir durum olmasın? Türkiye’de gazeteler kâğıdı, matbaa makinesini dövizle alıyor. Üstelik dağıtımı yapan araçların yakıtı, Avrupa’nın en pahalısı. Yalnızca personel giderleri Avrupa standartlarından düşük, e onun da sebebi açık: Bu fiyata satılan gazetelerde gazeteciye bu kadar maaş verilebilir. Gazete, gazeteciye bu kadar maaş verirse, muhabir kalitesi de, editör kalitesi de velhasıl gazete kalitesi de bu olur. Daha fazlasını isteyen, elini cebine atacak.

Gazetecilik pahalı bir iş. Haber alma vasıtaları her geçen gün çeşitleniyor. İnternet, cep telefonları, televizyondaki haber kanalları gazetelerin işini zorlaştırıyor. Artık gazetelerin önünde iki seçenek var: Ya fiyat arttırılacak, kalite yükselecek, gazeteler değişim geçirecek, farklılaşacak, kendi bağımlılarını yaratacak ya da iyice küçülüp yok olacak.

Okurun iyi finanse ettiği, yalnızca okura bağımlı bir gazete, ne reklam veren holdingleri takar, ne patronunun ihale aldığı hükümetleri, ne cemaati, ne belediyeyi. Üstelik haber kalitesi, sayfa sayısı artar; ilgilendiği konular çeşitlenir, baskısı güzelleşir. Biz de ağız tadıyla gazete okumaya devam ederiz.

Ne dersiniz, hoş olmaz mı?...

30 Ağustos 2010, Pazartesi

Öfke, hırs ve intikam ya da Zaman

20 Nisan 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

“Zaman sadece birazcık zaman / Geçici bu öfke, bu hırs, bu intikam”

Sezen Aksu’nun Gidiyorum şarkısı böyle başlar… Geçen gün Zaman okurken birden mırıldanmaya başladım bu şarkıyı. İnsan beyninin oyunlarından biri işte… Memleketin en ‘hoşgörülü’ gazetesi olduğunu iddia eden, “Yaftalamadan düşün” sloganıyla reklamlar yapan, her fırsatta basın etiğinden dem vuran Zaman gazetesinde tam da bunları görmüştüm:

Öfke, hırs ve intikam.

Her sayfadan, her köşeden akıyordu. Vakit gazetesinin ayan beyan çirkinlikleri, biraz daha üstü kapalı, usturuplu, soslu bir halde, azıcık estetize edilerek sunuluyordu bu yayında.

Yanlış anlaşılmasın, Ergenekon soruşturması başlamadan önce de böyleydiler, Türkan Saylan’ın evi aranmadan da.

Yani Gülen cemaatinin merkezi yayın organı Zaman’ın demokratlığı, özgürlükçülüğü, ‘hoşgörü’sü sözde idi, sahte idi. Gazeteyi dikkatle takip edenler bunu zaten görüyordu. Şimdi bu gerçeği görmek ve göstermek için bir vesilemiz daha oldu.

Zaman’ın Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı ile başlayalım. Hazret, 20 Ocak 2009’da şöyle bir şey yazmış mesela:

“Hain plana bakar mısınız siz! Biraz para vererek Gülen hakkında şahitlik yapacak adam aranıyor. Alçaklar diye bahsettikleri iki ismi aslında hatırlarsınız. Serhat ve Eyüp dedikleri gençleri Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği adında PKK bağlantılı bir örgüt yalancı şahitliğe zorlamış, Ceviz Kabuğu denen illüzyonist bir programda düzmece yayın yapılmıştı.”*

“Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği adında PKK bağlantılı bir örgüt” Breh breh breh… 70’lerde “Moskova bağlantılı” diyorlardı, şimdi “PKK bağlantılı” diyorlar. Dikkatinizi çekerim, demokrat gazetenin Genel Yayın Yönetmeni bunu yazan. Hem de Ocak ayında. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ne (ÇYDD) yapılan operasyondan üç ay önce.

Bir tane daha:

“ÇYDD, bölücü hareketleri güçlendiriyor” bunun başlığı.** 3 Ağustos 2006’da yazılmış. ÇYDD’den istifa eden ve Ergenekon iddianamelerinde de adı geçen Asuman Özdemir adlı bir kişinin iddiaları var haberde:

"ÇYDD, İstanbul'a sadece Güney ve Doğu Anadolu'dan kız öğrenci getirip okutuyordu. Neden Edirne ve Muğla gibi diğer illerden kız öğrenci getirmediğimizi yönetime soruyorduk. Çünkü oralarda daha zor şartlarda okuyamayan kızlarımız vardı. Ama sorularımıza yanıt alamıyorduk. Zamanla ÇYDD içinde bazı şeyler açıktan açığa konuşulmaya başlandı. İstanbul'a getirilen öğrenciler içinde yakınları dağlarda terörist olanlar olduğu konuşuluyordu.”

Haber kaynağı Asuman Özdemir, ÇYDD Genel Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan'a konuyu sorduklarını; ancak yanıt alamadıklarını söylüyor ve devam ediyor:

"Bugün DTP binalarında erkek üyeden çok genç kızlar var. Orada bilgisayar başında genç kızları görürsünüz. Nereden öğrendiler bunları? Son birkaç yıldır bölücü örgütün Güneydoğu'da düzenlediği eylemlere iyi bakın. Kadınlar, özellikle genç kızların ön sıralarda olduğunu görürsünüz."

Zaman’ın zihniyetini ne kadar da güzel yansıtıyor değil mi? Bir haber kaynağının iddiaları değil sadece bunlar. Bu gazetenin tarzı, ruhu…

Zaman’ın lügatinde en büyük hakaretler DTP’li, PKK’li, Hıristiyan, Yahudi, Sabetaycı ve solcu olmak. Bu gazetenin alışkanlığı insanları darbeci, anarşist, solcu, terörist, misyoner diye yaftalamak.

Geçen hafta boyunca, ÇYDD’nin PKK’li öğrencilere burs verdiğine dair haberler yaptı Zaman. Soralım o zaman: “Burs alan öğrenciler arasında yasadışı örgüt üyeleri varsa, neden yargılanmıyorlar?” Ortada yargı kararı yokken kişiler ve kurumlar hakkında atıp tutmak ne zamandır gazetecilik sayılıyor?

Yoksa derdiniz gazetecilik değil mi? Gelin açık konuşalım... 30 binlik bayi satışınızı ve 700 bin ‘abone’nizi konuşalım.

Ha unutmadan, bugün itibariyle sayfa tasarımınız değişecekmiş bir de. “Değişmeyen tek şey gelişim” sloganıyla duyuruyorsunuz bunu da.

Söylemeden edemeyeceğim:

Bu kadar kirlenmişken “yüzünüz”, beyhude bir çaba gibi geldi bana.

* http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=805615

** http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=321874...

30 Ağustos 2010, Pazartesi

Taksim ‘zaferi’ üzerine

04 Mayıs 2009

Meydanın boşalmasıyla geriye, çiçekleri anı diye koparılan çelenkler kaldı. (Fotoğraf: Gökhan Tan)

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

“Hayat ne garip”, “Kaderin cilvesi”, “Tarihin bilmemnesi” tadında bir yazıyla karşınızdayım bu hafta. Taksim Meydanı kısmen de olsa, Emniyet’in izin verdiği ‘makul’lükte de olsa açıldı ya; işte bu olay karmakarışık duygular yarattı herkeste.

En baştan söyleyeyim, fevkalade memnunum Taksim kapısının aralandığına. Önümüzdeki yıllar için özellikle. Amma velâkin Taksim ısrarcısı dostların 1 Mayıs tutumunu da eleştirdim geçen hafta ve şimdi, ‘Taksim’ci’ kampanyanın şerrinden korumaya çalışıyorum kendimi…

Taksim’e çıkıldıktan sonra, "Gördün müüü" ve hatta "Koduk muuu" tonlu bir dolu laf yedim... Bu da bana kapak olmalıydı. 1 Mayıs’ın ne olduğunu dost düşman görmüş, hakların ancak direnerek alınabileceği gösterilmişti. Taksim Meydanı özgürleştirilmiş, işçi sınıfı zafer kazanmıştı…

Kusura bakmasınlar ama duyan da, 100 bin emekçi Taksim’i zapt etti, Polis’le pazarlığa tenezzül etmeden tavrını koydu, direndi, meydanını geri aldı sanır. Bu meydanda taleplerini dile getirdi, sermaye sınıfına korku saldı zanneder.

Küçümsüyor muyum? Elbette hayır. Dalga geçmek? Ne haddime. Kıskançlık mı? Kimi, neden kıskanayım. Ama ‘zafer’ sarhoşluğundan da uyanmak gerek artık. Tüm emek mücadelesini 1 Mayıs’a, 1 Mayıs’ı da Taksim’e endekslemek gibi bir sorunumuz var. Bunun üzerine konuşmayacak mıyız?

Emniyetle uzlaşarak, makul sayıda temsilci ile kısa süreli, sembolik ve medyatik bir 1 Mayıs mı ‘devrimci’? Eğer öyleyse, Türkiye’nin 72 ayrı merkezinde ve “krizin yükünü reddetme” taleplerinin öne çıktığı kutlamalar ne? ‘Revizyonist’ mi?

Hakikaten merak ediyorum, fabrikalardan, işyerlerinden hatta diğer şehirlerden kalkıp Taksim’e gelen emekçilere, “Kusura bakmayın, polis 3 bin kişiye izin veriyor, siz burada bekleyip gaz yiyeceksiniz” deyip, alana giren sendika temsilcileri ve parti yöneticileri bu tabloda bir sorun görmüyor mu?

Taksim ‘zaferi’nin gürültüsü, “İşten atılan milyonlarca emekçiyi neden alanlara getiremiyoruz?” sorusunu boğacak mı?

DİSK ve KESK yönetiminin, “Türkiye’nin hiçbir yerinde kutlamalara katılınmayacak, tertip komitelerinde yer alınmayacak, Taksim’e gelinecek” diye şubelere gönderdiği yazıları konuşmayacak mıyız?

Peki ya Emniyet Müdürü “Hayır, yalnızca bin kişi girecek” diye diretseydi ne olacaktı? Sendika ve parti protokolü polisle mi çatışacaktı? “Gerekirse çatışırız!” Bilirim çatışırsınız da, mesele o değil ki.

1 Mayıs çalışmalarınızda mesela, ne dediniz emekçilere? “Cuma sabahı Taksim civarı bir yerlerde buluşalım, gerisi Allah kerim” mi dediniz? Afişlerde toplanma yeri, saati olarak ne yazıyordu? Kaç kişi bayram kutlamak üzere Taksim’e geldi? Yani diyorum ki, ne olacağı belli olmayan bir meydan üzerinden 1 Mayıs çalışması yapılabildi mi? Yapılabilir mi?

Tamam, bu yasak anlamsızdı. Tamam, Taksim talebi önemli ve umarım seneye 10 binlerce emekçi, hep beraber, taleplerimizle Taksim’de oluruz. Ama felek bu kez yüzümüze güldü diye de başarılı ya da doğru addetmeyelim kendimizi.

Kadıköy’de bayramını kutlayan DESA işçisi Emine Abla’ya, atv-Sabah grevcilerine, IBM emekçilerine, Tuzla tersane işçilerine ve diğerlerine de ayıp etmeyelim…

1 Mayıs geçti, ama bundan sonrası daha önemli. 1 Mayıs kutlamaları bu hafta boyunca her yerde konuşulacak. İş yerlerinde, sendikalarda, partilerde, odalarda, gazete sütunlarında tartışılacak. Bari bu sefer birbirimizi tüketmeyelim, yapıcı olalım.

Laf ‘sokma’, ‘çakma’, ‘geçirme’ geleneği yoktur solda…

Ve unutmayalım: En nihayetinde, milyonlarca çalışan içinde 400 bin sendikalının olduğu bir memleket burası. Üstelik bu memleketin sosyalist partileri (EMEP, ÖDP, TKP) 1999’da 550 bin oy alırken, bugün 200 bin oy alıyor…

Bir yerlerde hata olmalı....

30 Ağustos 2010, Pazartesi

Okul denilen kurum ve hayatımıza dokunan öğretmenler

18 Mayıs 2009

Mustafa Kuleli

kuleli@evrensel.net

İnsan kendini adım adım kurar, kimliğini inşa eder. Çoğu zaman el yordamıyla olur bu. Ağabeyler, ablalar vardır bazen etrafta. Kitaplar okunur, filmler izlenir. İnsan belki de en çok ergenlikte, kendi üzerine düşünür. Ne olacağım? Nasıl büyük adam olacağım? Nasıl biriyim? Nasıl biri olmalıyım?

‘Diğerleri’ üzerine düşünerek de kurulur bir kimlik. Onlar gibi olmamak, farka sahip olmak ister insan.

Kendini ifadeye çalışmanın türlü yolları kullanılır. Kimsenin okumadığı şiirler yazmak en yaygın olanıdır bu yolların.

Giyim tarzı, dinlenilen müzik türü gibi konulara hiç girmiyorum…

Bir de ‘okul’ diye bir kurum vardır bu sancılı ve güzel dönemde. Hem bir sosyalleşme mekânıdır aslında okul; hem de kuralları belletmenin, otoritenin, renksizleştirmenin, resmi ideoloji dayatmasının bir aracıdır.

Milyonlarca genç insan sokaklarda başıboş dolaşıp da, anarşik, tecavüzcü, hırsız, eşcinsel, vatan haini, dinsiz ya da servet düşmanı mı olsun? Alalım, yontalım, vatana-millete hayırlı(!) evlat yapalım.

Ama tam da böyle işlemez işte bu kurum. İşlevini yüzde yüz yerine getiremez. Bazı öğretmenler vardır orada ve onlar mesela, bozarlar oyunu. Yüce devletin ve onun yüce ideolojisinin aygıtı olmazlar. Gündelik hayatın ‘taktik’leriyle direnirler.

Nâzım’dan bir şiir okur bir edebiyat öğretmeni. Coğrafyacı dünyanın geri kalanından da bahseder. Tarihçilerin işi zordur bu bağlamda ama onlardan da, sınırları zorlayanları çok gördüm, soruşturma ve sürgün pahasına. Tank-top-tüfek-asker çizdirmeyen resim öğretmenleri vardır. Bayrak çizdirmek değildir dertleri, mavi denizde beyaz kayık çizdirirler. Bedenci askeri disiplinle yürütmek istemeyebilir öğrencilerini. Fizikçi mesela Einstein’dan bahseder. Barış şarkıları öğretmek ister müzikçi, “Türk'üz, bütün başlardan üstün olan başlarız” yerine. Evrimi anlatır, cesur biyolojici. Analitik düşünmeyi öğretir matematikçi…

Öğrencinin saçını da sözünü de kesmez böyle öğretmenler. Kalbini, özgüvenini kırmaz. Karşısında ışıldayan gözlerle heyecanlanır, onlarla yaşar, hatta denilebilir ki hayatını onlara adar. Öğrencisine birey olduğunu hissettirir, adam yerine koyar, özel olduğunu kavratır. Yeteneklerini, eğilimlerini keşfetmekten keyif duyar, onları geliştirmesini sağlar.

Üstelik emeğinin karşılığı olmayan bir maaşa, müfettişlere, müfredata rağmen. Yılmadan. Yorulmadan…

Benim de böyle öğretmenlerim oldu. Şimdi birkaçının ismini versem, diğerlerine ayıp olur. Zaten herkes bilir; anca iki elin parmakları kadar öğretmen, gerçekten dokunabilmiştir hayatımıza.

Ama en azından şunu söyleyeyim; illa ki edebiyatçılar özeldir benim okul yaşamımda.

Geçen cuma, işte böyle bir edebiyat öğretmenim aradı, yıllar sonra. Hem çok duygulandım, hem de yapılmamış telefon görüşmeleri, gerçekleşmemiş ziyaretler nedeniyle utandım… İşte biraz da bunun için yazıldı bu yazı. Yoksa ne öğretmen çocuğu olmamla alakalı, ne öğretmenler günü yaklaştı.

Yalnızca, tüm öğretmenler için; başı önde, mahcup, saygı ve sevgi dolu, bir yazı…...