Son Yazılar
14 Mayıs 2011, Cumartesi

10 Mayıs 2011

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

12 Haziran seçimi yaklaşırken siyasi tartışmalarda medya yine önemli yer tutuyor. Hükümetin yandaş medyası ne kadar etkili? Yandaş medya dışındakiler, partilere eşit yer ayırıyor mu? Televizyonlarda, gazetelerde daha çok süre ve yer bulmak sanıldığı gibi oy getirir mi? Bunlar gündemdeki sorular…

Ama ‘medya ve demokrasi’ deyince bir de baskı ve sansür meselesi devreye giriyor ki galiba bu daha önemli; Basın özgürlüğünün olmadığı bir yer, demokratik olabilir mi? Vatandaş haber alma hakkını sağlıklı bir şekilde kullanamıyorsa sandıklardan çıkan oylar ne derece geçerli? Velhasıl bu memleket, demokrasimiz, basınımız niye böyle?
Akademisyen Ragıp Duran’la, bir ucu Türkiye demokrasi tarihindeki özgünlüklerde, bir ucu demokrasi teorisinde olan bir söyleşi yapıp, işte bu soruların yanıtlarını aradık.

Türkiye tarihinde basının baskı görmediği herhangi bir zaman oldu mu?
Olmadı tabii.

Neden?
Yapısal nedenleri var. Bir kere 1853’ü milat olarak alırsak, Türkiye’de gazetecilik faaliyeti, saray tarafından başlatıldı. İlk olarak -bir Fransız’a imtiyaz vererek- Saray gazete çıkarttı. Daha sonra çıkan gazetelerin de Saray’ın teşvikiyle çıktığını görüyoruz. Dolayısıyla başlangıçta bir sakatlık var.

Bu başlangıç da, epey geç bir başlangıç galiba…
Ulaşmaya çalıştığımız ‘batı medeniyeti’ne göre matbaada 400 yıl, gazetecilikte 200 yıl rötarımız var. Ama bir de yapısal sakatlık var: Batıya baktığımızda ilk gazeteler yükselmekte olan ticaret burjuvazisinin bir faaliyeti olarak gündeme geliyor. Neredeyse bir ticaret bülteni gibi çıkıyor gazeteler. Çünkü yükselen sınıfın ihtiyacı olan bilgi o. Bizde Saray’ın teşvikiyle ilk gazeteleri çıkartan insanlara baktığımız zaman devlet memuru olduklarını görüyoruz. Yani bizde gazetecilik doğduğundan beri hep devletle iç içe geliştiği için, bu yavaş yavaş kırılırken, medya devlete, hükümete yönelik eleştirilere başladığında, “Ben senin paranı veriyorum, ben seni çıkarttım” diyen devlet baskılara başladı.

Batıda baskı yok mu peki?
Olmaz mı, orada da var tabi. Ama devletle, bu sefer direkt olarak onun kurmadığı, desteklemediği, teşvik etmediği medya arasındaki ilişki farklı olageldi.

Peki batıda burjuvazi ile medya arasında, farklı türde de olsa, bir baskı ilişkisi olduğu söylenebilir mi?
Evet ama yine de şöyle bir şey var; Orada hiç olmazsa teorik düzeyde liberal ideologların çıkardığı ‘dördüncü kuvvet’ tezi sayesinde, devlet, burjuvazi ve ezilen sınıflar arasında bir düzen kurucu olarak kabul ediliyor. Devlet bizde düzen kurucu değil. Direkt olarak halkın çok geniş kesiminin hakları gasp eden bir devlet var. Farklı… Bu tabi basın özgürlüğü açısından da böyle. Devlete karşı mücadele farklı, iktidarda olan bir sınıfa karşı mücadele farklı. Batıdaki baskının, sansürün türüyle bizdekinin türü bambaşka. Bizde doğrudan öldürüyorlar. Orada mali olarak kısıtlıyor, yasaya uygun biçimde gazeteyi kapatıyor. Yani bizim medyanın doğuşundan itibarenki yapısal bozukluğu, Fransız Devrimi’ni yaşamamış bir toplumun kültürel farklılığı, devletin özgürlüklere bakışı, gazetecilerin özgürlük anlayışı… Yahu bugün hâlâ bir sürü gazeteci, mesleğini yaparken ‘devletin bekası, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü’ gibi laflar ediyor. Hem de önemli gazeteciler yapıyor bunu ve elbette normal değil bu.

Hocam çizdiğiniz çerçeve Türkiye’nin hemen her dönemine uyuyor. Peki hiç istisnai dönemler, durumlar olmadı mı?
Basın özgürlüğü sonsuz bir hedeftir. Yüzde yüz basın özgürlüğü hiçbir ülkede olmamıştır ve muhtemelen olamayacaktır. Gazeteciler ve okurlar-izleyiciler her geçen gün genişlemesi için çalışır, devlet daralması için. Bizde, Demokrat Parti’nin son dönemine bakınca, orada basın özgürlüğünün sıkıntılı olduğu görülebilir. 1961 Anayasası’nın getirdiği nispi özgürlükler, Bayar-Menderes diktatörlüğünün devrilmesi, TİP’in kurulması, yani 60-70 arasındaysa; öldürülen gazeteci, yasaklanan gazete, mahkemeye verilen gazeteci sayılarında düşüş var. Yani basın özgürlüğünde nispi bir artış... Dilim dilim ele alacak olursak, 71-80 döneminde de basın özgürlüğüne çok yoğun saldırıların olmadığını biliyoruz. Bütün bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz; Basın özgürlüğü çok siyasi bir kavram. Ülkedeki genel siyasal, toplumsal, kültürel özgürlüklerle ilgili. Genel olarak demokrasiye yaklaşma, özgürlüklerin genişlemesi durumunda tabii ki basın özgürlüğü de bundan payını alıyor. Faşist, baskıcı, sağcı, muhafazakâr iktidarlar döneminde bu alanın daraldığını görüyoruz. Çünkü gazetecilik ve bütün medya işleri çok siyasal, ideolojik ve toplumsal faaliyetler.

Devlet ya da hükümetin basınla ilişkilerini konuşuyoruz ama Türkiye için bir de Asker faktörü var. Ve kimilerine göre de Türkiye’de medyaya asıl baskıyı TSK yaptı. Bu ilişkinin seyrine baktığımızda ne söyleyebiliriz?
Bu Türkiye’ye has bir şey. Yakın döneme kadar, bir ihtimal AKP iktidarına kadar, basın özgürlüğü önündeki en büyük engelin Asker veya o militarist ideoloji olduğunu söyleyebiliriz. Sivil olduğu halde askeri mahkemelerde yargılanan gazeteciler, Genelkurmay’ın isteği üzerine açılan davalar üzerinden bu sonuca varmak mümkün. On sene öncesine kadar Genelkurmay Başkanı herhangi bir açıklama yaptığı zaman, sorgu sual olmaksızın, söyledikleri kontrol edilmeden, doğrudan manşet ya da sürmanşet yapılırdı. Üstelik de yetkisinin olmadığı siyasi konularda görüş belirttiği zaman da.

Bu bir zorlama mıydı? Yoksa böyle bir teamül mü vardı?
Teamül. Askerin devlet ve bütün toplum üzerindeki ağırlığının da bir ölçüsü elbette...

O zaman gönüllü olarak yapılıyordu bu…
Egemen medya gönüllü olarak yapıyordu. Bir de şu var: Yakın zamana kadar Türkiye iktidarının önemli bir parçası askeri iktidardı. Sivil iktidarın Asker’in istediğinin dışında bir şey yapması pek mümkün değildi. Bunu bir ölçüde Kürt meselesiyle açıklayabiliriz. Savaş olduğu zaman elbette savaşan insanların iktidarı söz konusudur. Geleneksel olarak Türkiye Cumhuriyeti devletini de askerler kurduğu için, Ordu’nun özel ve elbette olumsuz bir konumu var. Bugün bu biraz değişti. Bugünse, sivil hükümetin askeriyeye karşı yürüttüğü kimisi doğru kimisi çok doğru olmayan yöntemlerle askeriyenin sivil hayat yönelik müdahaleleri indirildi. Dikkat edersen Genelkurmay başkanı zart zurt çıkıp açıklama yapamıyor. Batıdaki gibi, basını şekillendirmeye çalışan güçlerin daha çok mali ve siyasi güçler olduğunu görüyoruz.

Türkiye oraya doğru mu gidiyor?
Şimdiden böyle söylemek zor. Bunun işaretlerini halihazırda göremiyorum. İdeali bu tabi. Şunu unutmamak lazım; Bizde militarizmin gücü sadece Kürt sorunuyla ilgili değil. İnsanlar hâlâ çocuklarını şenlikle askere gönderiyor. Bir kutsallığı var hâlâ. Güvenirlik anketlerinde TSK hâlâ ilk üçe girer. Askeri vesayet sadece geçici ve siyasi bir mesele değil Türkiye’de. Maalesef hâlâ hem basın özgürlüğü açısından hem de bütün siyasi ve sosyal dünya açısından Askeriye önemli bir güç.

AK Parti hükümeti askeri vesayete karşı çıktığını söylüyor ama…
Olabilir ama niye karşı çıktığını ve yerine ne koyduklarını sormak lazım.

Neyi koyuyorlar?
Yerine kendilerini koymaya çalışıyorlar ve daha vahimi yerine polisi koymaya çalışıyorlar. Geçenlerde Polis Haftası vardı. ‘Polis demokrasinin teminatıdır’ diye bir afiş gördüm. Ben o zaman demokrat değilim. Benim demokrasimi polis teminat alına alacaksa o zaman yandık.

Demokrasi teorisinde, oy verecek seçmenin medya aracılığıyla güncel gelişmelerden ve farklı görüşlerden haberdar olduğu ve siyasi tercihini buna göre yaptığı varsayılır. Bu yaklaşım ne kadar gerçekçi? Partilerin haberlerinin yanında gazeteler bir dünya görüşü de çizmezler mi?

Bugün medyanın çok geliştiği, yaygınlaştığı, popüler olduğu bir dönemdeyiz. Ama yine de yurttaşın tercih yaparken Türkiye’deki oy verme geleneklerinin, aile bağlarının, eşin-dostun, semtin etkili olduğunu görüyoruz. Aslında çok az sayıda insan medyanın yönlendirmesi sayesinde bir tercih yapıyor.  ‘Kararsız’ denilen yüzde onluk, yirmilik seçmen kitlesi de çoğu zaman geleneksel olarak ailesinin oy verdiği hareketlere teveccüh gösteriyor.

Ya yayınlanan kamuoyu araştırmaları?
Bence onlar daha etkili. Kılıçdaroğlu’nun bir mitingini izleyip aktarmak ne Cumhuriyet okurunu etkiler ne AKP’liyi döndürür. Yani medya haddini bilsin.

AK Parti’nin bir ileri demokrasi söylemi var. Bu 9 yıllık iktidarları süresinde Türkiye’nin daha demokratik bir yer olduğunu söylüyorlar. Ama bir yandan da, tutuklanan gazeteciler ve basın üzerinde baskılar var. Eğer Hakikaten böyle bir demokratikleşme varsa basın bundan nasiplendi mi? Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanması istisnai bir durum mu?

AKP bütün köylülüğüne ve geriliğine rağmen, propaganda konusunda çok becerikli. Daha demokrasinin olmadığı bir yerde, geriliklerini gizlemek için ‘ileri demokrasi’ diye göz boyuyorlar. Bir demokraside Ahmet ve Nedim’e ödül verilir, hapse atılmaz. Somut duruma bakmak lazım. İnsanların telefonla konuşmaktan çekindiği günler yaşıyoruz. Bir örnek vereyim: Galatasaray stadının açılışından çıktık, üzerimizde sarı kırmızı atkılar var, taksiye bindik. Taksi şoförü de radyodan dinliyormuş olanları. ‘Abi tebrik ederim’ dedi. ‘Neyi?’ dedim. ‘Ben Fenerliyim ama çok güzel bir stat yapmışsınız’ dedi. Sonra olayları sordu. Ben de burada söyleyemeyeceğim bir sıfat kullanarak ‘Başbakan’ı yuhaladılar’ dedim. ‘Abi ben seni asıl onun için tebrik ediyorum’ dedi. Bu normal bir şey değil. Yani bırakın ‘ileri demokrasi’yi Türkiye’de herhangi bir demokrasiden bahsetmenin mümkün olmadığını yerli-yabancı tüm gözlemciler saptıyor. (İstanbul/EVRENSEL)

---------------------------------------------------------------------------------------

‘ERDOĞAN TOTALİTER LİDERLER GİBİ’

Başbakan Erdoğan’ın gazetecilerin sorularını yanıtlarkenki tavrını, jestlerini, mimiklerini nasıl buluyorsunuz?
Totaliter liderler gibi...

Peki holding medyasında ya da alternatif medyadaki gazetecilerin hiç mi kabahati yok? Bu ülkeye demokrasi gelecekse gazeteciler bu mücadeleden tamamen azade midir? Gazetecilerin görevi bir kenarda durup sadece olan biteni analiz etmek midir?
Evet, egemen medyada çalışan düzgün arkadaşlarımız yeteri kadar etkin olamıyor. Çünkü baskı sadece siyasi alanda değil mali alanda da etkili. Türkiye’de işsiz gazeteci sayısı, çalışan gazeteci sayısından fazla. İşini kaybetme kaygısı, sansürün giderek uzaklaşıp yerine otosansürün gelmesini sağlıyor.

 ...

Mustafa Kuleli
3 Mayıs 2011, Salı

2 Mayıs 2011

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Hayatımız günde 8-10 saat çalışarak geçiyor. Bu yüzden, dünyanın en güzel şehirlerinden birinde ikamet etsek de, onun güzelliklerini yaşayamıyoruz.

Kimisinin de vakti var, parası var, yaşamayı bilmiyor. Onlar işte, tam sopalık...

Sopalık demişken, biraz da kendimize vuralım, maksat eşitlik sağlansın.

Bu güzelim şehir, bu aşık olduğumuz şehir, tüm güzellikleriyle beraber yakında yerle bir olacak. Milyonlarca kişi hep birlikte öleceğiz. Yollar kapanacak, köprüler yıkılacak, enkaz altında çürüyeceğiz. Cesetlerimiz kokacak... Hastaneler de yıkılacağı için, yaralılar -eğer şanslılarsa- sakat kalacak. Tabi böyle bir vaziyette hayatta kalmaya ne kadar şans denebilir meçhul. Yani ordu bile giremeyecek bu şehre. Açlık, yağma, salgın hastalıklar... Tüm dünya, gözü yaşlı buraya bakacak. Aynı Japonya’ya bakıldığı  gibi. Biricik İstanbul’unu kaybetmiş Türkiye ise, uzun yıllar kendini toparlayamayacak. Ülkenin ekonomisi dibe vuracak.

Yahu topluca öleceğiz diyorum işte, daha ötesi var mı?

Üstelik 1999 depreminden beri biliyoruz bunu. Sene olmuş 2011, hala çıt yok.

Bu vurdumduymazlık karşısında şaşırıyorum, bilemiyorum ne diyeceğimi. Kabullenmek istemediğimiz gerçeği böyle çat diye söylüyorum, sarsmak için. Ama nafile! Sanki uzmanlar çok yakında, üstelik çok yıkıcı bir deprem olacağını söylemiyor yıllardır.

Şimdi kimse çılgın proje nedeniyle Tayyip Erdoğan’a kızmaya kalkmasın. Biraz önemsesek depremi, belki o da bu çılgın proje yerine İstanbul’u kurtaracak projeler açıklamak durumunda kalacak. Ama umurunda değil ki kimsenin. Bu talep için baskı kurulmuyor. Bunu yapmazsan sana oy yok denmiyor. Ancak bizde mümkün bir kayıtsızlıkla ‘ya boşveeer’ deyip geçiyoruz.

Geçen hafta, Türkiye’nin dünyaca ünlü mimarlarından Cengiz Bektaş, şu ‘çılgın proje’ vesilesiyle Seçim Vardiyası’na katıldı. Programda İstanbul’daki yapıların yalnızca yüzde 11’inin beklenen şiddette bir depreme karşı koyabileceğini söyledi.

İşte bu kadar açık.

Galiba hiçbirimiz depremi düşünmek istemiyoruz. Yapacak bir şey yok gibi mi geliyor? Var halbuki. Kim yapacak? Devlet yapacak. Kim yapacak? Belediye yapacak. Parayı buraya harcayacaklar. Başka yolu yok ki bunun.

Şimdi televizyon ekranlarında ‘İstanbul’un sorunu bu mu? İhtiyacı bu mu?’ diye soruyor insanlar. Haklılar. Bu değil.

Erdoğan’ın projesi ‘çılgın’ bulunuyor. Doğrudur, uçuk bir fikir.

Ama göz göre göre ölüme gitmek, bir şey yapmamak daha çılgın değil mi?

 ...

Mustafa Kuleli
3 Mayıs 2011, Salı

11 Nisan 2011

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Bu yazıyı Pazar sabahı, bağımsız adayların açıklanmasını beklerken yazıyorum. Dolayısıyla başka bir gündemim yok şu an. Heyecanla adayların kamuoyuna açıklanmasını bekliyorum.

‘Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’ bu seferki ittifakın adı. Her ne kadar BDP’li dostlar bunun yalnızca bir seçim ittifakı olmadığının altını çizse de, evet bu bir ittifak. Ve ittifak kurulurken yaşanan tartışmalar ziyadesiyle görünür,  duyulur, bilinir oldu bu kez.

Belki Emek-Barış-Demokrasi Bloğu ya da Bin Umut Adayları sırasında ‘dışarıya’ bu kadar bilgi sızmamıştı. Bu sefer öyle olmadı. Doğruluğu sonradan teyit edilen bilgiler ve sayısız iddia twitter ve forumlar başta olmak üzere internete saçıldı.

Aşağıdan yukarıya uzun vadede örülmeyen, halk güçlerini değil onların bazı temsilcilerini birleştiren bir çalışmada, elbette gizliliklerin olduğu bir ‘içerisi’ ve Pazar günü 13.00’te açıklama yapılacağını bile duymayan bir dış kamuoyu olacaktır.

‘Nasıl böyle olmazdı?’ sorusuna yanıt bu köşeyi ve beni aşar. Ama bu soru dursun bir kenarda… Mesela hâlâ önemli bir toplumsal hareket ve gelenek olan ÖDP’yi bu birlikten uzaklaştıran ne olmuştur? EMEP’i tüm ülkede parti olarak seçime girmeye sevk eden ve sonra BDP ile ittifaka ikna eden tavırlar, üslûplar, yaklaşımlar nedir?

Tamam, Blok kuruldu. Blok destekçileri olarak mutluyuz, huzurluyuz. Ama işler böyle yürüyünce hemen her gün motivasyonumuzu düşürecek, moralimizi bozacak bir şeyler söyler birileri.

Biri ‘DSİP’i bu ittifaka kim dahil etti?’ diye sorar haklı olarak, DSİP’li diğeri ‘Madem ittifak yapıyoruz bizim adayımızı niye göstermediniz?’ diye tepki gösterir kendince. Biri ‘Eğer biz üçüncü cepheysek bağımsız adayın olmadığı yerdekilere nasıl bir alternatif sunuyoruz? Kayseri’deki insan CHP ya da AK Parti’ye mi oy verecek?’ der, diğeri ‘Bağımsızın olmadığı yerde çatı neden EMEP oluyor? EDP olsun’ diye diretir.

Yani demem o ki, yine buruk bir tat var bu işte. Geniş toplantı salonları yerine kapısı kapalı, küçük odalarda şekillenen ittifaklar artık sinmiyor içimize…

Ben 10 Nisan sabahı itibariyle bu kaydı düşmüş olayım. Adaylar henüz açıklanmamışken…

Siz bu yazıyı okurken bağımsızlar belli olacak. Ve artık herkes kendi bölgesinde çalışmaya başlayacak.

Ne diyeyim, kolay gelsin hepimize.

 ...

Mustafa Kuleli
22 Mart 2011, Salı

7 Mart 2011

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Ahmet Şık gazeteci. ‘Gazeteci ‘denince benim aklıma O gelir. Ahmet Ağabey bana gazeteciliği öğreten iki kişiden biridir. Şimdi, Ahmet Ağabey gözaltına alınmış, tutuklanmışken; sevgili eşi Yonca ve kızı Mina’nın da yuvası olan o ev sabah 6’da polisler tarafından basılmışken, ben aslında ortalığı ayağa kaldırmak istiyorum.

Ama annemin bozulan sağlığı nedeniyle ne İstanbul’a dönmeye imkânım ne de uzun yazılar yazmaya zamanım var.

İşte bu yüzden, bu hafta affınıza sığınarak, twitter’da yazılan yorumları bu köşeye taşıyacağım...

Ve sadece şunu söyleyeceğim: Ahmet Şık Türkiye medyasının yüz akıdır. Ona bir şey yapabileceğini sanan güçlerin karşısına bu ülkenin dürüst insanları mutlaka çıkacaktır.

Kanat Atkaya: Bu yaşananlar faşizm değil, benim adım Jozefin, 100 metreyi 4 saniyede koşarım, boyum 2.50, rengim yeşil, suya girersen ıslanmazsın.

Özgür Mumcu: İkinci bir emre kadar Gülen cemaatini eleştiren yazı ve kitap yazmak yasaklansın. Biz de ona göre davranalım.

Mithat Fabian Sözmen: En çok da yavşak polis bültenlerinin kendisine burjuva medyada iş vermenin yasak olduğu bir adam hakkında atıp tutmasına yanıyorum.

Hasip Kaplan: Galiba gazetecilerden sonra sıra papaz ve imamlara gelecek. Kürt siyasetçiler alınınca, sendikacılar, işçiler baskı görünce susanlar: sıra sizde.

Evrim Güvenç: “Twitter’dan yazmakla olmaz.”Tamam sokağa çıkayım o zaman. “Sokağa çıkmakla n’olcak ki?” E be yavşak, senin derdin bambaşkaymış o zaman.

Burak Cop: Cumhurbaşkanı’nın hiçbir sonuç vermeyen, hiçbir işe yaramayan, dolayısıyla hiçbir anlamı olmayan iyi polis pozlarından çok ama çok sıkıldım.

Harun Özkan: Birgün kontrgerillanın, işkencecilerin yargılandığı gerçek bir mahkeme kurulacak. Baransu’ların, Tayyar’ların çantacılık yapmadığı, temiz bir mahkeme.

Ahmet Meriç Şenyüz: Taraf’ın dünkü eylem için nal gibi aydınlık gazetesi görünen fotoyu seçmesi size de maksatlı gelmiyor mu?

Hilmi Hacaloğlu: Günün en anlamlı cümlesi Ahmet’ten. “Ahmet çıkacak yine yazacak” sloganımız üzerine avukatlarına “nerede ve kim yazdıracak?” demiş.

Ciğdem Mater: Beşiktaş’ta bekliyoruz. Gazeteciler burada, hiç yönetici yok.

Ali Doğanlı: -İstediğimiz gazeteciden başlayabilir miyiz başbakanım? -Tabii Zekeriya’cım

Ceyda Karan: Kusura bakmayın daha fazla tartışamayacağım. Ahmet olayından sonra benim artık hiç bu davaya güvenim filan da kalmadı...

Armağan Ükünç: Kenan Evren villada, Mehmet Ağar dışarıda, Demirel’e-Çiller’e 1 soru soran yok, Cemil Çiçek bakan. Ama Ahmet Şık Ergenekoncu he, hadi lan ordan.

Esra Arsan: Gazeteci bir suç işlerse elbette yasalar var. Ama gazetecilik faaliyeti bize suç olarak yutturulacaksa, onu yemeyeceğiz, pardon!

Ece Temelkuran: Vakit geldi! Hava kurşun gibi ağır çünkü... Artık bağır bağır bağır! Ahmet ve Nedim’i alıyorlarsa... Vakit geldi!

 ...

28 Şubat 2011, Pazartesi

27 Şubat 2011

Mustafa Kuleli

kuleli@evrensel.net

Pek bilinmez, ben de aslında yeni öğrendim: Evrensel İnternet’teki ilk Türkçe gazete. FriendFeed adlı sosyal paylaşım platformunda Radikal’in Teknoloji Editörü M. Serdar Kuzuloğlu ve şu an ABD’de yazılım geliştirme uzmanı olarak çalışan Oğuz Demirkapı mesajlaşırken öğrendik. “Evrensel’i Zaman’dan 8 ay önce yayına almıştık” dedi Demirkapı ve bu tarihi gerçeği hatırlattı.

Şimdi, bundan 15 yıl sonra, binamızda yine tatlı bir telaş var. Gazetenin, televizyonun, yayınevinin, dergilerin yanına bir de İnternet haber sitesi ekleniyor çünkü. Tüm bu yayınların vitrini olacak, gerçekleri çok daha hızlı yayacak yepyeni bir araç, emekçilerin mücadelesine güç katacak yeni bir silah…

İşte bu yeni araç, Evrensel’in Köşe Yazarı, Hayat Televizyonu’nun Spor Yorumcusu Mithat Fabian Sözmen’e emanet. O artık Evrensel’in İnternet editörü aynı zamanda. Ve tüm okurlarımızdan haber, bilgi, fotoğraf, video bekliyor bugünden itibaren…

Nasıl başladı bu iş? Evrensel’in İnternet sitesi neden şimdi yenileniyor?
Uzun süredir, gazete binasının içinden ya da dışından pek çok insan Evrensel’in web sitesinin yenilenmesi gerektiğinin farkındaydı. Böyle bir talep vardı. Site hem çağın gereklerine cevap veremiyordu hem estetik değildi. Sonunda ‘Artık yenileme zamanı geldi’ dedik ve işe giriştik. Tasarım ve altyapı çalışmaları uzun sürede, yoğun çaba, fedakarlık ve emekle ilerledi. Ama sonunda bitti.

Peki bu operasyon gazete İnternet sitesinin biçimsel olarak değiştirilmesi operasyonu mu?
Yalnızca öyle olsa bu dönemin gereklerini karşılamamış olurdu. Hedefimiz İnternet haberciliği yapmak. Bu farklı bir mecra. O gün gazetede olan içeriği farklı bir makyajla sunmak değil derdimiz. Zamanla bir İnternet haber portalına dönüştürmek istiyoruz evrensel.net’i. Evrensel’in özgün haberlerinin dakika dakika girebileceği bir site olmalı…

İLETİŞİMİN HIZLANMASI İŞÇİ SINIFININ YARARINADIR

İkidir ‘çağın gerekleri’, ‘dönemin gerekleri’ diyorsun. Bunu biraz açalım. Bugün habercilik nasıl bir yere doğru gidiyor sence? ‘Çağın gerekleri’ dediğimiz şey özellikle de Evrensel gibi bir gazete için ne ifade ediyor?
İletişim tüm dünyada çok hızlandı. Aslında hikaye şu, Marx ve Engels Manifesto’da diyor ya, “Ortaçağ kentlilerinin ulaşmaları için kötü karayollarıyla yüzyılları gerektirmiş olan bu birliği, modern proleterler, demiryolları sayesinde bir kaç yılda gerçekleştirdi” diye, işte bu. Hızlı ulaşım, hızlı iletişim. İşçi sınıfı bu imkanı ne kadar iyi kullanırsa, değerlendirirse, düşmanıyla mücadelesinde o denli avantajlı olur. İletişimin hızlanması, ucuzlaması ve yayılması işçi sınıfının çıkarınadır. Bu konuda muhafazakar olma lüksümüz yok.

Hızlı haberleşme somut olarak ne kazandıracak emekçilere?
Şu an Orta Doğu’daki halk isyanlarında hızlı iletişimin rolünü görüyoruz. Evet, bu devrimleri yapan facebook ya da twitter değil. Ama insanları mobilize etmede bunların büyük faydası olduğu görüldü. Enformasyonu ne kadar hızlı ulaştırabilirsek, insanların örgütlenerek reaksiyon verme hızını da o oranda arttırırız. Artık hiçbir şey için bir gün beklememize gerek yok. Bir fabrikada işgal başladıysa, haberi o anda verilmeli ki insanlar destek olmaya gitsin.

Başka?
Burjuva medyasının müthiş bir dezenformasyon kabiliyeti var. Ankara’da mevsimlik işçiler kaza geçirmiş ve 12 işçi hayatını kaybetmişti. Biz bu olayı bir gün sonra manşetimize taşıdık. Bu işçilerin köyleri yakıldığı için zorla buralara geldiklerini, o servise kapasitesinden çok işçinin bindirildiğini anlattık. Ama burjuva medyasının akşam haberlerinde köyleri yakıldığı için mevsimlik tarım işçisi olmuş bu insanlara “Terörden kaçan Mardinliler” denilmişti. Eğer biz daha hızlı yayabilirsek gerçekleri, bu çarpıtmaların da nispeten önüne geçebiliriz.

GAZETENİN TİRAJINI ARTTIRIR

Gazetenin bir gün sonra vereceği haberi zamanında veren bir İnternet haber sitesi, gazetenin satışını, gazeteye olan ilgiyi düşürür deniyor. Sen ne düşünüyorsun?
Düşürmez. Hatta yükseltir.

Nasıl olacak bu?
Resmi rakamlara göre Türkiye’de 24 Milyon İnternet kullanıcısı var. Ve bu sayı her gün artıyor. İyi bir İnternet sitesi gazetenin görünürlüğünü, bilinirliğini arttıracak. Birçok insan Evrensel’in haberciliğiyle ilk kez İnternet’te tanışacak. Daha çok insan bizim sesimizi duyacak. Bizimle bir bağ kurabilirlerse elbette bayiden gazete de alırlar.

Gazetenin gidemediği ya da gecikmeli gittiği yerlere ulaşmak gibi bir avantajı da var İnternet’in…
Elbette. Gazetenin iki gün gecikmeli gittiği şehirler var hâlâ. Habersiz mi kalsın oradaki insanlar? Avrupa’daki Türkiyeliler var sonra… İletişim dediğimiz şey zaten esasında bir ulaşım.

GÖRÜNTÜLÜ HABER DE OLACAK

Peki evrensel.net’te okurları bekleyen yenilikler, sürprizler var mı?
Olmaz mı? (Gülüyor) Bir kere görüntülü haberlerimiz olacak. Hayat TV’nin bazı özgün haberleri her gün izlenebilecek. Bu sitenin büyük bir avantajı. Sonra, sayfalarda yer kalmadığı için, gazeteye girmek isteyip de giremediğimiz özel haberlerimizi artık bekletmeyeceğiz ya da çöpe atmayacağız. Bu haberler de anında evrensel.net’te olacak. Gazete 12 sayfaya düştükten sonra artık veremediğimiz spor haberleri web sitemizde olacak. Gayet etkili ve verimli çalışan bir kadın servisi var Evrensel’in. Evrensel’net’te kadınların ayrı bir alanı olacak.

İnternet âleminde çok popüler olan foto galerileri göremedim sitede. Foto galeri olmayacak mı?
Olacak. Şu an altyapısını hazırlıyoruz. Eylemlerden fotoğraflar, işçi sınıfı tarihinden kesitler, farklı temalarda afiş koleksiyonlarının da sergileneceği çok özel bir foto galerimiz olacak.

‘İngilizce Evrensel’ lafları dönüyor ortada. Var mı aslı astarı?
Evrensel çok özgün bir gazete. Evrensel’in haberlerini ‘sol yayınlarda’ falan da bulamazsınız. Türkiye’deki emek hareketinde, Kürt hareketinde, kadın hareketinde, çevre hareketinde neler olduğunu öğrenmek isteyen bir dünyalı için haberlerimizin, köşe yazılarımızın İngilizceye çevrilmesi şart. Bunu da yapacağız en kısa zamanda. Çünkü gerekli. Özellikle bölge ülkelerinden Türkiye’yi takip etme eğilimi çok yüksek. Ve maalesef Hürriyet’ten ya da Zaman’dan takip ediyorlar. 

Son soru: Şu an kaç kişi ziyaret ediyor evrensel.net’i? Bir hedef koydunuz mu önünüze?
Site yenilenmeden önce günlük ortalama 8 bin ziyaretçimiz vardı. Üç ay dolmadan günlük 20 bin ziyaretçi ortalamasını aşmayı öngörüyoruz.

Kolay gelsin o zaman.
Hepimize…

 

(Bu söyleşi 27 Şubat 2011'de Evrensel'de yayımlandı)

 ...