Son Yazılar
Mustafa Kuleli
5 Ekim 2011, Çarşamba

5 Ekim 2011

MUSTAFA KULELİ

Online oyun yayıncısı Alan Chen, çocukların bilgisayar oyunu oynamasında sakınca görmediğini söyledi. Oyunların kötü yollara saptırdığı iddiasını reddeden Chen, "Oyunda canavar kesmek şiddet değil, adalettir" dedi.

Online oyun geliştiricisi ve yayıncısı Perfect World Başkan Yardımcısı Alan Chen, “Yeni Medya Düzeni Konferansı”nın öğleden sonraki ilk konuşmacısıydı.

Şirketlerinde bol bol oyun oynadıklarını belirten Chen, çocukların bilgisayar oyunu oynamasında sakınca görmediğini söyledi.

İnsanların artık online olarak arkadaşlarıyla ve tanımadıkları kişilerle oyun oynamak istediklerini söyleyen Chen, online oyun pazarındaki reklam olanakları ve mecralarından bahsetmeyi de ihmal etmedi.

‘CANAVAR KESMEK ADALETTİR’

Alan Chen, kısa sunumunun ardından İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Levent Erden’in ve katılımcıların sorularını yanıtladı.

Bu bölümde bilgisayar oyunlarındaki şiddet, militarizm, kadın düşmanlığı ve ideolojik yönlendirmelerle ilgili sorularla karşılaşan Chen, bu konunun tartışmalı olduğunu ve ergenlerin bilgisayar oyunu oynamasa da kötü yollara sapabileceğini ifade etti.

Chen, "Oyunlarda canavar kesmek şiddet değil, adalettir" şeklinde konuştu.

‘SANAL ALEMDE İSTEDİĞİNİZ KİŞİ OLURSUNUZ’

Chen, şirketlerinin isminin nereden geldiğinin sorulması üzerine ise “Sanal dünya mükemmel olduğu için şirketimizin adı Perfect World, sanal dünyada istediğiniz kişi olabilirsiniz” dedi....

Mustafa Kuleli
26 Eylül 2011, Pazartesi

26 Eylül 2011

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Annemi kaybettim ben, altı ay olmuş…

Yaşayanlar bilir, hiçbir şeye benzemez. Artık bir daha hiç eskisi gibi olamayacağını hissedersin. Evlat acısından sonra en büyük acı diyor çokları. Doğru herhalde…

Annem bir hastane odasında can verdi. Gece 4’e doğru uyandırıp haber verdiler. Odasına girdim, ölümün kokusunu duydum. Çenesi bağlı annemin soğuk yüzünü, saçlarını okşadım. Artık bir daha sesini duyamayacaktım…

İlk günler, ilk haftalar, aylar derken, geçen bayram annemin olmadığı ilk bayram sabahımızı da yaşadık. Barış Manço’nun, ‘Bugün bayram erken kalkın çocuklar’ şarkısında ne anlattığını böylece anladım. Ve babamın bu yaz bahçedeki güllere neden bu kadar özen gösterdiği de, annemin mezarını bir gül bahçesine çevirdiğinde artık apaçıktı.

‘Sen gittin gideli içimde öyle bir sızı var ki, yalnız sen anlarsın’ diyor ya şarkıda, işte aynen öyle, hiç geçmeyecek bir sızıya alışmaya çalışıyorum şimdi…

Benim annemin ölümü böyle de, başkasınınki farklı mı peki?

Tespit ettim, ‘Allah kimseye vermesin’ böyle dönemlerde en çok söylenen söz. Ana-baba acısı, evlat acısı, eş-dost, sevgili acısı; her biri tarifsiz. Ve maalesef bizim ülkemizde her gün insanlar ölüyor. Galibi olmayan, galibi olmayacak bir savaşta, tarih kitapları ve gazete arşivleri için birer sayı oluyorlar.

Editörler muhabirlerinden cenazelerindeki en yürek parçalayan sözleri kaydetmelerini, en hüzünlü anları resimlemelerini istiyor. Ve sonra bu güzel insanların acılı aileleri televizyonda 2 dakikalık bir malzeme oluyor: Milliyetçiliği körükleme ve halkları birbirine kışkırtma malzemesi.

BDP Eş Genel Başkanı Gültan Kışanak’ın Siirt’te çocuklarını kaybeden ailelerinin yanına gitmesi, acılarını paylaşmaya çalışması, zorlanarak “Konuşmak kolay değil” demesi ya hiç haber olmuyor, ya da “BDP’lilere tokat gibi yanıt: Babası görüşmek istemedi” diye veriliyor.  Türkler evlatlarını toprağa vermiş Kürt analarıyla konuşmayı aklından bile geçirmiyor ya, Kürtler de yapmasın, yapamasın isteniyor adeta. Günlük hayattaki bu kibir, bu tek tek haberler, bu düşüncesizlik, bu sorumsuzluk bizi dönüşü olmayacak son büyük savaşa adım adım götürüyor.

MİT-PKK görüşmesi basına sızdırıldığında kaç kişi ayağa kalktı? İnsanlar ‘Devlet yakalamakla yükümlü olduğu teröristlerle nasıl görüşür!’mü dedi? O zaman bu korku niye? Türkiye hazır artık barışa. Ölümleri durdurmak mümkün.

Konuşmak, yazmak, anlatmak için biraz daha cesaret lazım sadece. Akan kanı durdurmak için gazeteciler elini taşın altına sokmalı. Türkiye’nin psikolojisi değişti artık. Haberlere verilen tepkiler değişti. Gazete patronlarının meseleye bakışı değişti.

Eski alışkanlıklardan sıyrılıp barış gazeteciliği yapmaya çalışmanın şimdi tam zamanı. Sorumlu davranmak, doğru sözcükleri seçmek hayati.

Şimdiye kadar kan vardı bütün kelimelerin altında.

Artık bu kan dursun…

 

-------------------------------------------------------

GEÇEN HAFTA TWITTER'DA

ahmettulgarr: Gazetelerin haber merkezlerinde büyük hayalkırıklığı. “Tüp patlamasıymış ya.”

burakcop: -”Ben ali ağaoglu..” -Lütfen git.

beyinsiz_adam: Atatürk’ün özlü sözlerinin çoğunlukla 140 karakterden az olması basit bir tesadüf mü, yoksa ileriyi mi görebilmek.

hamzaaktan: dün Şemdinli’ye iki bakan gitti, olayda ölen dört sivilin ailelerini ziyaret etme ihtiyaci hissetmediler. Ayrımcılık kabineden akıyor.

bawerito: “bir gün herkes eşcinsellere, kürtlere, kadınlara ya da solculara hakaret ederek 15 dakikalığına da olsa şöhret olacak.” andy kahrol.

CengizCandar: MİT-PKK kaseti çok iyi oldu. Kasedi dinledikten, görüşme metnini okuduktan sonra, ne Başbakan’ın, ne Kandil’in savaşa devam mazereti yok.

gomalak: NTV, Ahmet ve Nedim’in tahliyesini reddeden mahkemeyi yanlışlıkla “İstanbul 16. Ağır CAZ Mahkemesi” yazdı. Daha yakışıklı bir hata olamazdı.

Herekol56: İşyerindeki sorunlar Evrenselde yazılmıstı ve o dönem kademeli zam sözü verildi. Bugun ilk verimini aldık. tskkürler Evrensel.

 ...

Mustafa Kuleli
5 Eylül 2011, Pazartesi

5 Eylül 2011

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Hayat TV’de sabahları gazetelerin birinci sayfalarını okuyup yorumlamaya çalıştığımız bir programımız vardı. O dönemde her Allahın günü sabah erkenden kalkar 15-20 gazeteyi didik didik ederdik. Bir sezon boyu bu işi yapmak, takdir edersiniz ki üzerimizde kalıcı etkiler bıraktı. O kadar ki, ‘Türk medyası ruh sağlımızla oynadı’ deyip AİHM’e gitsek yeridir.

Şimdi, böyle bir medya mağduru(!) olarak uzunca bir aradan sonra, her sabah kitle kültürü gazetelerine ellerimi yeniden bulaştırmaya karar verdim ve eski tas ile eski hamamın aynı yerde durduğunu görüp, sabunu alıp, ilk günden pes ettim. Varsın bizim gazetelerimiz el boyasın. Bana koymaz. Ne de olsa gazetenin el boyaması,  göz boyamasından iyidir.

Neyse efendim, güzel cumartesi sabahından gelsin o zaman haberlerimiz. Konumuz BDP’nin kongresi…

Milliyet ‘BDP’de şahin dönem’ başlığını atmış. Nasıl şahin olunuyor, kimler şahin ve bu dönem neden ‘şahin dönem’ belli değil. Hiçbir bilgi yok haberde. Neredeyse 200 kelimelik metinde sadece ‘BDP kongresinde yönetim, sertlik yanlılarından oluşacak’ lafı var, o da havada. Herhalde istihareye yatılmış, işaret alınmış, malum olmuş.

Akşam ise manşetinden ‘Normalleşme sırası BDP'de’ demiş ve kongrenin ‘Kürt siyaseti için kilometre taşı olacak bir değişim’ getireceğini yazmış koca koca. Manşetin hemen altına da Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya’nın, BDP’nin ‘sivilleşme eğilimden nasibini alacağını’ söyleyen yazısı iliştirilmiş. Ve elbette yine, BDP’lilerin siyasi mesajları değil, birilerinin temenni, tahmin ya da üfürmeleri üzerinden kurulmuş haber.

Aslında söylem ve ideoloji açısından ‘BDP anormal mi ki normalleşsin kardeşim?’ diye de sorulabilir, eyvallah. Ama onu geçip daha temel bir soru soralım: Arkadaş bunlar haber mi? Bu yapılan habercilik mi?

Söz konusu iki eserde(!) de muhabir imzası var. Meslektaşlarımızın hakkını yemek istemem, belki editörleri haberi satmak için masa başında oyunlar yapmıştır. Belki onların yazdığı haber böyle değildir. Artık kim yaptıysa, vebali onda… Gündemin boş olduğu bir tatil gününde birkaç bin gazete daha satayım, biraz daha tıklanayım diye bu kadar da sallanmaz ki. Gerçekliğe sadık kalmak gibi bir derdimiz kalmadı mı yani?

BDP’nin ne dediği, ne yapmaya çalıştığı ortada. Çok mu zor dinlemek, anlamak ve doğru düzgün anlatmak? CHP’ye yapılan muameleyi yapsanız yeter yahu.

Ama yok. Basılı gazetede böyle, internette de illa bir ‘şok sözler’, ‘çok tartışılacak açıklamalar’, ‘küstah beyanatlar’ goygoyculuğu! Bu şart. Olmazsa olmaz.

Ne için? Daha çok tıklanmak, daha çok reklam almak için. Ne pahasına? Halkları birbirine kışkırtmak, milliyetçiliği-ırkçılığı-düşmanlığı körüklemek pahasına. Geleceğimizle oynamak pahasına. Gencecik insanların hayatları pahasına!

Bu küçük hesapçı kafalar mı barış gazeteciliği yapacak? Kürt sorununun çözümünde bu medya mı rol oynayacak?

Durup durup şahinler/güvercinler diye analiz yaptılar bunca yıl. Ne şahini? Al işte, ortada fol yok yumurta yok, biri ‘şahin kongre’ biri ‘güvercin kongre’ diyor. Sen birini salla, maksat habercilik olsun(!)

Yaptıkları işler o kadar üfürükten ki aynı Aysel Tuğluk, kiminde şahin, kiminde güvercin. Ya da aynı gazetede Gültan Kışanak bir hafta şahin diye geçiyor, bir hafta güvercin diye.

Neyse ne. Osman Baydemir bu meseleyle ilgili gerekeni söyledi, cevabı verdi zaten. Meselem akan kan. Mesele barışı nasıl kuracağımız.

Artık anlaşıldı: Bu medyayla olmaz, ama medyaya rağmen de olmaz. Hangi kurumda çalışırsa çalışsın tüm basın-yayın emekçilerinin inisiyatif alma, daha cesur olma, işlerine sahip çıkma zamanı geldi.

Hala elimizde fırsat var. Ama yarın çok geç olabilir.

 ...

Mustafa Kuleli
15 Ağustos 2011, Pazartesi

15 Ağustos 2011

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Tam da her şey iyi gidiyorken ve Kürt sorununun çözüleceğine dair umutlar artmışken birden sahne değişti. Şimdi silah sesleri ve ağıtlar varken, biz ses çıkartamaz olduk.

Neden böyle oldu? Dönüm noktası, Silvan’da 13 askerin hayatını kaybettiği saldırı mı, yoksa bu savaş çok önceden mi planlandı? Neden Blok çevresindeki yüzlerce kişiyi tutuklama hazırlıkları yapılıyor? Tam da bu kritik haftalarda, avukatlarının Öcalan’la görüşmesine neden izin verilmiyor? Bu sorulara yanıt veremiyorum. Ama şunu biliyorum: Kürt sorununun demokratik çözümünü isteyen güçlerin de bu süreçte hataları, eksikleri oldu.

Aslında bu hafta ben de bunu yazacaktım. Mesela ‘Türkiye’yi 25 parçaya bölüp, her birine özerklik vereceğiz’ demekle ‘İl sayısını 25’e indirip, yetkileri arttırılmış valilerin halk tarafından seçilmesini sağlayacağız’ demek arasındaki farktan bahsedecektim. Çuvaldız olmasa da, kendimize bir-iki iğne batıracaktım. Bazı şeyleri neden yıllardır anlatamıyoruz, neden insanları ikna edemiyoruz, bizde hiç mi kabahat yok?’ diye soracaktım.

Heyhat, birileri ‘Katil Sizsiniz’ diye manşet atıp bu ülkede barışı en çok isteyen siyasetçileri hedef gösterince, bunlar da önemini yitiriyor. Bu kan dursun diye ödemediği bedel kalmamış insanlara kara çalanlar, ülkemizin geleceğiyle bu kadar kolay oynayanlar varken, omuzlarımızdaki sorumluluk bir yumurta küfesi misali her hareketimize çekidüzen veriyor.

Silahların o korkunç sesi hâkim olunca memlekete, barış isteyenlerin sesi kendiliğinden kısılıveriyor. Çünkü bir işyerinde, bir okulda, bir mahallede, bir köyde, bir dost meclisinde Kürt sorunundan ve ölen gençlerden bahsetmek, aslında her zamankinden çok gerekli olmuşken, kelimeler yaraları kanatıveriyor. Nefes filmindeki komutanın ifadesiyle ‘45 saniyeliğine kahraman olan’* o çocukların, televizyondan hikâyelerini dinlemek Türkiye’nin batısında kör bir öfke yaratıyor.

Medyanın pompaladığı banal milliyetçilik, okullarda öğrenilen ırkçılık, devletin inşa ettiği ulusal kimlik ve elbette ölen gencecik insanların acısı… Evet, bütün bunların payı var yaranın kapanmamasında. Ama yine de ve her şeye rağmen denenmeyen yol apaçık belli: Barış... Dibine kadar gelip de kuramadığımız şey, barış… İşte şimdi tam da zamanı barışın. Şimdi tam da, barışın sesini yükseltmemiz lazım.
Özellikle de memleketin batısında yaşayanlar utanmadan, çekinmeden, her türden ‘mahalle baskısı’na karşı koyarak inandıklarını söyleyebilmeli. Varsın ‘PKK’lı ‘desinler. Varsın vatan haini ilan edilelim, dostlarımız bize yüz çevirsin. Konuşmaktan, dinlemekten, anlatmaktan nasıl vazgeçeriz?

Memleket değişiyor. Türkiye toplumu 10 sene önceki toplum değil. Bakın kendini ‘aşırı milliyetçi’ olarak tanımlayan futbolcu Arda Turan bile televizyondan barış çağrısı yapıyor. “Bu topraklar savaşmak için değil yaşamak için var. Hem Kürt halkına, hem Türk halkına, kendini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı hisseden herkese seslenmek istiyorum. Lütfen bu ölümler dursun. Çünkü ölenlerin hepsi bizim evlatlarımız” diyor…

Bu günlerde herkes çok duygusal. Söylediklerimize belki tepki de gösterecekler. Ama biz susarsak kim konuşacak? Kim elini taşın altına sokacak? Söz biterse ne olacak?

Diyeceğim; umutsuzluk, yılgınlık gibi bir lüksümüz yok. Şimdi bir kez daha hatırlamamız ve herkese tekrar hatırlatmamız lazım:

Barış istemek suç değil… Barış istemek suç değil…

Gelin buradan başlayalım.

...

Mustafa Kuleli
15 Ağustos 2011, Pazartesi

15 Ağustos 2011

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Sapla samanı ayırmak gerek. Daha önce anlatmaya çalıştım, şimdi ‘şortlu kıza dayak’, ‘Erzurum’da sigara içen kadına ramazan saldırısı’ ve ‘Fatih’teki provokatör travestiler’ meseleleri üzerine bir kere daha gireceğim konuya:

28 Şubat’ın boğucu günlerinde, İzmir’de evlerin posta kutularına sistematik biçimde tek sayfalık fotokopi mektuplar konuyordu. Kâğıtta bazı firmaların ‘irticacılar’a yardım ettiği belirtiliyor ve bu firmalardan alışveriş yapılmaması isteniyordu. Ülker de vardı içinde, Evyap da... Elden ele dolaşıyordu liste.

Misafirliklerde de konuşmalar dönüp dolaşıp Refah-Yol hükümetine geliyordu. Erbakan meclis kürsüsünden ‘Kanlı mı geleceğiz, tatlı mı geleceğiz’ derken, benim annem, ablamı Almanya’ya kaçırmayı düşünüyordu.

Televizyon haberlerinde, ya Şevki Yılmaz’ın bir küfürlü videosu ya bir ‘sapık hoca’nın konulu(!) videosu oluyordu. Ve evet bu ülkenin bazı yurttaşları çok korkuyordu. 28 Şubat’ta, öncesinde ve sonrasında mesela İzmirliler bu yüzden askere sarıldı. Asker-sever olduğundan değil. ‘İslamcılar gelecek bizi kesecek’ lafı da bir espri değil, ciddi bir korkuydu o dönem.

'İrticacılar’ da boş durmuyordu tabii bu arada: Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık eylemini ‘mum söndü oynuyorlar’ diye değerlendirdiği, Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe’nin, 10 Kasım günü, ‘Ey Müslümanlar sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik etmeyin’ diye konuştuğu, Erbakan’ın Başbakanlık Konutunda şeyhlere iftar yemeği verdiği, Star muhabiri Işın Gürel’in dövüldüğü günlerdi…

Fethullah Gülen ortaya çıkan bir kasetinde cemaat üyesi askeri öğrencilere ‘Çalışın, İngilizce öğrenin, amirlerinizle iyi geçinin ve kendinizi saklayın’ derken, doğal olarak pek çok insan ‘her yanımız kuşatıldı’ diye düşünüyordu.

Şimdilerde “Ay İzmirliler de hasta kemalist, laik, orducu falan yaaani” diye ‘toplumsal analiz’ yapanlar anlamak istemez ama yine de söyleyeyim: İzmirliler çoğunlukla böyle değildi, bir toplumsal süreç sonucunda buraya savruldu. 1950’lerden beri merkez sağ partilerin kalesi olan İzmir, 1999 seçimlerinden itibaren, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin psikolojik harekâtı ve üstün gayretiyle, DSP-CHP goygoyculuğu, Cumhuriyet mitingleri tepkiselliği, Atatürk imzalı dövme salgını ve Mustafa Kemal’li Türk bayrağı seviciliği çizgisine geldi…

Diyeceğim, TSK’nın yürüttüğü psikolojik harekât ve Refah Partisi’ne oy veren kişi ya da grupların saldırgan tutumları başa baş gidiyordu o dönemde. Yani ne yeni beyaztürk ırkçılığının başkenti ilan edilen İzmir’i ya da önderini Yozdil bellemiş İzmirlileri savunabilirim, ne de siyasal İslamcıların yediği naneleri görmezden gelebilirim.

Ben, İzmir’de az önce anlattığım atmosferde büyüdüğüm ve sonraları, yürütülen psikolojik harekâtı da görebildiğim için, dindar insanlara hep saygı duydum aslında. Onlar türban değil başörtüsü dediği için televizyondaki tüm işlerimde ‘başörtüsü’ dedim. Siyasi bir tartışmayı yönetirken ‘solculuk’tan mütevellit bir dindarlık düşmanlığı veya AK Parti karşıtlığı yapmadım. Hep, dindarların mağdur edildiklerini düşündüm. Ama şimdi, zulümleri mazlumluklarını geçti mi diye de sorgular oldum.

‘Şort giymiş bir genç kadın otobüste ayağını uzattığı için bir yolcuyla tartışmış, sonra kavga başlamış, kadın adamım yüzüne sert bir cisimle vurmuş, adam da kadına yumruk atmış.’ Hakikaten İslamcıların iddia ettiği gibi, böyle olmuş olabilir mi? Olabilir.
Belki gerçekten, İmam Hatip mezunu diğer kadın Erzurum’da sigara içtiği için saldırıya uğramadı ve hatta kendisi özel olarak şehre gönderilmiş kızıl saçlı bir provokatör.

İnanın bu kör dövüşüne girip bir tarafta saf tutmak bana zül geliyor.

Tamam, bu ülkede dindar insanlar Birinci Cumhuriyet boyunca çeşitli mağduriyetler yaşadı. İkinci Cumhuriyet döneminde bile devam etti bunlar. Ama bu kadar öfkeyi, bu hırsı, bu intikamcı duyguları mazur gösterecek kadar mı? Mağduriyetler toplamını hesaplamayalım, mağduriyetleri yarıştırmayalım ama birbirimize karşı da dürüst olalım. Bu ülkede ramazan ayında bırakın rahatça
içki içmeyi, rahatça yemek yemenin, su içmenin bile mümkün olmadığı bilinmiyor mu? Başı açık kadınlar sokaklarda ‘laf yememek’ için kıyafetlerinden, kimliklerinden taviz vermiyor mu?

Durup düşünelim, Ramazan faslının mağdurları gerçekten dindarlar mı?