Son Yazılar
Mustafa Kuleli
20 Ocak 2013, Pazar

Türk televizyonculuk tarihinin tartışmasız en önemli ismi, Mehmet Ali Birand. Hakkında sayfalarca yazılabilir, birçok farklı yönünden bahsedilebilir. Ama beni en çok etkileyen, herhalde kamera önündeki hâli olmuştur. Çünkü Birand haberi okumaz, anlatır. Anlatırken de öyle bir kaptırır ki kendini heyecanlanır, dili dolanır.

Aslında hiç önemli değildir bu gaflar, dil sürçmeleri. Onun tarzı, her kelimeyi doğru telaffuz eden ve tonlayan ama haberi yaşamayan, önüne konulanı okuyan profesyonel spikerlere karşı bir meydan okumadır. Ve izleyici o kışkırtıcı mimiklerden, çalışılmış seslerden, duygusuz duygululuklardansa Birand’ın bol gaflı, bol hatalı ama gerçek hâlini takdir etmiştir…

Varsın birileri onunla dalga geçtiğini düşünsün. Yaptığı ‘hata’lardan sonra en önce Birand kendine gülmüştü. Ve belki de bu yüzden onu hep gülerken hatırlayacağız.

Güle güle hocam…...

Mustafa Kuleli
20 Ocak 2013, Pazar

21 Ocak 2013

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Samimiyet sınavı… Sağduyu testi…

Üç PKK’li kadın siyasetçinin Diyarbakır’da yapılan cenaze töreni öncesi gazeteler, televizyonlar bu laflarla doldu. İkinci bir Habur olayı yaşanmamalıymış, provokasyonlara gelinmemeliymiş, Türklerin hassasiyeti gözetilmeliymiş vs.vs…

Bayağı da yaygınlık kazandı bu yaklaşım. Biri de çıkıp “Birinci Habur olayı neydi ki, ikincisinden korkuyoruz” diye sormadı. Hakikaten neydi Habur olayı? Ne tahrik etmişti hassas Türk vatandaşları da bahar havası birden kışa dönmüştü?

Sarı, yeşil ve kırmızı renklerinin yan yana gelmesi mi? Karşılamanın kalabalık olması mı? PKK’lilere sevgi-saygı gösterilmesi mi?

E, bu saydıklarımızın tamamı geçen haftaki cenaze töreninde de vardı. Niye Habur barış sürecine sabotaj da, Diyarbakır sorunun çözümünde tarihi dönemeç?

Demek ki mesele konjonktürel. Demek ki Habur olayı bir medya manipülasyonu. Demek ki Diyarbakır’daki resme bakıp “PKK paçavralarına sardılar-Devlet töreni yaptılar” yazmak da, “Sağduyu kazandı” yazmak da mümkün. Tercih meselesi sadece…

Bir tercih meselesi daha var, onu da atlamayalım. Kürtler o cenaze töreninde acıyı içine atmayı seçti, vakur durdu, çözüm süreci zarar görmesin diye duyarlılık gösterdi. Peki, AK Parti elini rahatlatan bu adımdan sonra ne yapacak? Kürtlerin hissiyatını anlayıp, hassasiyetini gözetip, ona göre davranacak mı? Paris suikastı sonrasındaki sağduyunun ve Diyarbakır’daki cenaze töreninin bir karşılığı olacak mı? Eğer olmazsa, bir daha böyle bir jest yapılır mı? Aklımdaki sorular bunlar.

Böylece esas samimiyet sınavının neticesini göreceğiz. 3 Kürt siyasetçinin cenaze töreni eğer bir sınav idiyse Kürtler bu sınavı geçti.

Bakalım Erdoğan kendi sınavından geçebilecek mi?

 

Mustafa Kuleli
31 Aralık 2012, Pazartesi

31 Aralık 2012

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Bizim pamuk sakallı, nur yüzlü Marx Hoca, içinde yaşadığımız şu yılları ‘İnsanlığın tarih öncesi’ olarak tanımlıyor. Bize de ‘ilkel’ demiş oluyor bu durumda. Neee, bize mi? Evet hepimize. ‘Komünizme kadarki yıllar beyhude, insanlığın asıl tarihi ondan sonra başlayacak’ diyor.

Komünistlerin gelecekten gelmiş insanlar olduğu sonucuna varmak da mümkün buradan. Sevgili dostum Murat Şermet böyle düşünüyor. Ona göre komünistler geleceğin bilinç düzeyinden, ilişki biçimlerinden, yaşama kültüründen günümüzün ilkelliğine ışınlanmış öncüler. Tam da bu nedenle sık sık, ‘Bir komünist nasıl sigara içer yaa!’ diye şaşırıp söyleniyor…

Nasıl yaşadığımız, nasıl yaşamak istediğimiz ve o istediğimiz hayat için neler yaptığımız, yeni bir yıla girip insanlığın gerçek tarihine (belki milat demek lazım) bir adım daha yaklaşırken tartışmamız gereken şeyler galiba.

Mesela ben, yaşama şeklimiz ve alışkanlıklarımızla ilgili ciddi sorunlar olduğunu düşünüyorum sık sık. Sevinmelerimiz tutuk, ilişkilerimiz tutkusuz, keyiflerimiz utangaç, yaşamlarımız başkalarının onayına tâbi gibi geliyor.

Nasıl insanlar olmak istediğimizi biliyor muyuz, ondan da emin değilim bir yandan. Sovyetlerin tanımladığı yeni kadın ve yeni erkek gibi mi? Değilse nasıl? Eğer kafamızda bir resim varsa, ona benzemek için neden bugünden bir şey yapmıyoruz? Falan filan…

Velhasıl zaman geçiyor. Öleceğimiz garanti. Yılbaşı günü ‘Nereden çıktı şimdi ölüm’ demeyin. Ölümü yadsımak, yaşamı yadsımak demek. Bildiğimiz en sağlam gerçek, her saniye ölüme yaklaştığımız değil mi? Dolayısıyla her anımız biricik ve her anı bilerek, anın güzelliğini duyumsayarak yaşamak gerek. Peki böyle mi yaşıyoruz? Benim derdim bu işte…

Neyse, galiba durulup, iyi dileklerle yazıyı bağlama zamanı geldi. Sosyal mesajlı bir dileğim olmayacak. Orada dilenenler, dilemekle olmuyor zaten. Ben herkes için aşk diliyorum. O isteyerek elde edebileceğimiz ya da çalışarak başarabileceğimiz bir şey değil çünkü. Ve aşk elbette, başımıza gelebilecek en güzel şey.

İyi seneler....

Mustafa Kuleli
26 Kasım 2012, Pazartesi

22 Ekim 2012

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Deneme. Deneme, bir- ki-üç… Nasıl yazıyorduk?

Öhöm!

Efendim 7 aylık bir aradan sonra, yine yeni yeniden huzurlarınızdayım. Beni özlediniz mi bilmiyorum ama ben sizi çok özledim. 

Tabii bir ‘ne yazacağım sendromu’ hâsıl olmadı değil. Ne yazacağım, ne yazacağım diye klavye başında eşinirken, bizatihi klavyenin kendisini yazmaya karar verdim. (Dâhice değil mi?)

Kolaycılıktan değil, vallahi ‘takık’ olduğum bir mesele bu. Zira ben böylesine bir bilgi kirliliğini, böyle alabildiğine cehaleti ve umursamazlığı başka bir konuda görmedim.

Evet, gündemimiz Q klavye saçmalığı… Aslında benden genç olanların böyle bir gündemi yok, benden yaşlı olanlar içinse eskimiş bir tartışma bu. Olsun, yine de bir dinleyin beni.

Dr. İhsan Sıtkı Yener’in 1940’lardan itibaren 30 bin sözcüğü inceleyerek Türkçede en sık kullanılan seslere göre tasarladığı F klavye, insanlık tarihinin en hızlı ve rahat yazılabilen dizilimi. Hiç abartmıyorum, uluslararası yarışmalarda defalarca kanıtlandı bu.

Q klavye ise, daktilo kullanılan dönemlerde tuşların kilitlenmesinin önüne geçmek için, yazma hızını yavaşlatmak üzere tasarlanmış bir dizilim. Yani İngilizce için bile uygun olmayan bir klavye, bir akıl tutulması!

Peki hızlı yazma işi bu kadar önemli mi? Bir yere mi yetişiyoruz?

Keşke mesele sadece hız olsaydı... Dil ve zihinsel becerilerle ilgili bir şeyden bahsediyoruz. F klavye düşünme, anlama, sorgulama, ilişkilendirme, sıralama, dikkat, yaratıcılık ve üreticiliği etkiliyor. Verimliliği arttırıyor. Velhasıl Q klavyeyle yetişen nesille anca bu kadar oluyor!

Aklın yolu F klavye de, niye bu zımbırtı yaygınlaşmıyor peki?

Üüüh, bahane çok! “Yurtdışına çıkınca zorluk yaşamayalım” diyen mi ararsın (Ruslar, Araplar, Yunanlar, Çinler n’apıyor acaba?), “Q’ya alıştım dönemem” diyen mi? (Sen dönme kardeşim, mazoşizme de saygımız var) “F klavyeli laptop yok” diyen mi ararsın (bal gibi var), “Ben zaten on parmak yazamıyorum” diyen mi? (Bir düşün bakalım neden?)

Velhasıl, kişilerin tercihine bırakılmaması gereken bir mesele bu. Anti-demokratik mi şimdi bu söylediğim? Sanmıyorum. Çünkü Q klavye de yurttaşların hür iradesiyle seçilmedi. Bir iki işgüzarın halt etmesi, yöneticilerin umursamazlığı ve şirketlerin dayatmasıyla son 20 yılda yaygınlaştı bu meret.

İlkokuldan itibaren (4+4+4’te de hâlâ ilkokul deniyor değil mi?) çocuklara on parmak F klavye öğretirsin, çok daha hızlı yazan, düşünen, üreten bir kuşak gelir. Milli Eğitim Bakanlığı 9 yıl önce zaten F klavyeyi zorunlu kılan bir genelge yayınlamıştı. Şimdi ben kamuoyu adına bakanlığa soruyorum, neden genelgenize sahip çıkmıyorsunuz, niye gereğini yapmıyorsunuz?

Hükümet, Fatih Projesi kapsamında 15 milyon öğrenciye ücretsiz dağıtılacak tablet bilgisayarların F klavyeli olarak üretilmesini istemişti. Ne oldu bu projenin akıbeti? Soruyorum.

Soruyorum, çünkü sormazsak hiçbir şey değişmeyecek.

Sormazsak bu kolektif akıl tutulması devam edecek...

 ...

Mustafa Kuleli
25 Kasım 2012, Pazar

Devrim televizyondan yayınlanmayabilir. Ama internetten canlı yayınlanacağına eminim.

Devrimin bir parçası olacaksanız siz de emin olun, çünkü elimizdeki akıllı telefonlar, tabletler ya da dizüstü bilgisayarlar facebook’a girebildiği gibi naklen yayın da yapabiliyor.

En ücra köşedeki bir eylem, bir direniş, bir fabrika işgali ya da polis saldırısı cep telefonu kamerasıyla tüm dünyaya canlı olarak iletilebilir ve iletiliyor.

Wall Street, Madrid, Atina, Boğaziçi Starbucks işgalleri, kürtaj yasağına karşı farklı illerdeki protestolar, THY direnişi ve son bir aydaki çeşitli açlık grevi eylemlerinde sayısız canlı yayın yapıldı. Hem de bahsettiğimiz bu cihazlarla. Çoğunun kaydı internette duruyor, dileyen görebilir. (livestream.com/revoltistanbul kanalı iyi bir örnek)

Üstelik tek bir kişiye, cihaza, açıya da mahkûm değiliz. Her birimiz artık sahadaki bağımsız habercileriz. 3, 4, 5, kamera sayısı arttıkça bunları birleştirip ortak yayınlar yapmak, bu yayına geleneksel televizyonların görüntülerini eklemek, altyazıdan polis telsizinin deşifresini geçmek hiç de zor değil.

Küresel ölçekte bu işleri gayet iyi götüren Global Revolution TV (Dünya Devrim Televizyonu) var mesela. ‘İşgal et’ eylemleri sırasında ortaya çıkan bu ekip bizzat olayın içindekilerden, birinci elden aktardı yaşananları. İşte yurttaş haberciliği, işte yurttaş medyası.

Herkesin canlı yayıncı olabileceği, kendi kanalını kurabileceği, gerekirse bu yayınların birleştirilebileceği yeni bir model… Görüntüleri internet televizyonları da, geleneksel televizyonlar da kullanabilir o anda…

Haa, bu model Türkiye’de de işler mi? ‘Halkımız’ buna hazır mı? Altyapı yeterli mi? Polis saldırırsa n’olur?

Bir kere her beş kişiden birinde akıllı cihaz var, eylemlerde de görüyorum, bunu geçelim. 3G altyapısı derseniz gayet iyi durumda. Polis müdahalesi halinde de, canlı yayın kesildiği yere kadar zaten kaydedilmiş ve hatta internette paylaşılmış oluyor. Velhasıl bu yöntem eylem alanında eski tip kameralarla takılıp kaseti ya da hafıza kartını polise teslim etmek zorunda kalmaktan çok daha güvenli…

Bahanemiz yok yani özetle. Belki internet üzerinden canlı yayıncılığın ülkemizde neden henüz popüler olmadığı üzerine konuşulabilir, onu da başka güne bırakalım…

Bir film önererek bağlıyorum yazıyı. Türkiye’de ‘Eğitmenler’ adıyla dağıtıma sokulmuş bu filmde (Die Fetten Jahre sind vorbei - The Edukators) kahramanlarımız duvara “Jedes herz ist eine revolutionäre zelle” yazar. Yani “Her kalp devrimci bir hücredir”. Buradaki ‘zelle’ (hücre) lafının, cep telefonu şebekesindeki CELL (hücre) kavramına da gönderme yaptığını sanmıştım ilk izlediğimde. Muhtemelen senaryoyu bunu düşünerek yazmamışlardı ama garip bir şekilde bugün tam da bu oldu. Cep telefonu hattı olan herkes, gerçekleri aktaran birer potansiyel yayıncı artık. Ve hiçbir şey gerçeklerden daha devrimci değil.

İyi haftalar…

 ...