Son Yazılar
29 Eylül 2010, Çarşamba

2 Ağustos 2010

Mustafa Kuleli

kuleli@evrensel.net

‘Arabesk müzik, arabesk yaşam tarzının betimlemesidir. Aydınlığın, çağdaşlığın ve öncülüğün, sanatçılığın sırtına külfettir. Emek karşıtıdır, duyarsızlıktır ve yaratamamaktır! Etik dışı ‘yalan dolanla’ doludur. Ortadoğu işi, 3. sınıf, acındırmaca, tembellik, yeteneksizlik, rant, çamur, muallaklıklar üzerinden yaşar. Arabesk müziği yapan yapsın! Bu sayfaya tek gık diyeni yukarıdaki sebeplerden hemen atacağım! Türk halkının arabesk yavşaklığından utanıyorum, utanıyorum, utanıyorum.’

Fazıl Say’ın bu sözleri geçen haftanın medyatik gündeminde üst sıralardaydı. Medyada köşe tutanlar Say’a hak verenler ve eleştirenler şeklinde ikiye bölündü hemen. Ben ise buradan, taraf tutmadan, arabeskin hikâyesini anlatmaya çalışacağım elimden geldiğince…

Arabesk müzik ve kültür, ‘bize özgü’ modernleşme projesinin çıktılarından biri aslında. Kemalist modernleşme projesinin önemli ayaklarından biri olan musiki inkılâbı, ‘batı medeniyet çemberine dâhil olma’ gayretlerinin bir parçası.

Fransız aydınlanma ideolojisinden bir hayli etkilenmiş olan ‘Türk modernleştirici kadrosu’, biçimsel görünen bir dizi değişiklik üzerine önemle eğilmiş, Ziya Gökalp’in milliyetçi görüşleri doğrultusunda yeni bir müzik yaratma gereği görmüş. Ancak eşgüdüm ve süreklilik içerisindeki, müzik ve kültür politikası; devlet kurumlarının tüm çabalarına rağmen, halkın beğenisini değiştirememiş. Radyodaki Türk müziği yasağına karşı Arap radyolarını dinleyen Türkiyeliler, Mısır kökenli Arap filmlerine ve bu filmlerde çalınan müziklere büyük ilgi göstermiş, bu ilgi karşısında filmlerdeki şarkılar yerine Türkçe sözlü ve benzer temalı şarkılar yazılarak, filmlere monte edilmesine karar verilmiş.

Tam da bu dönemde, bestekâr Saadettin Kaynak’ın, Türk ‘sanat’ müziği formu ile Arap filmlerinden esinlenen ‘fantezi’ eserleri birleştirerek yarattığı popüler tarz büyük beğeniyle karşılanmış ve sonradan bu tarza ‘serbest icra’ adı verilmiş.

1950’li yıllarda, devlet radyosu da ‘serbest icra’yı desteklenmek durumunda kalmış ve aslında böylece halk, modernleştirmecilere karşı bir zafer kazanmış. Yani vatandaş dinlemek istediği müzikte ısrar etmiş, direnmiş ve bu direniş ile devlet baskısı arasında sıkışan müzik, ‘başka bir şey’ olarak ortaya çıkmış…
İşte; ilk arabeskçi sayılan Orhan Gencebay da, müziğini bu serbest icra deneyimlerinden esinlenerek yaratmıştır.

O’nun müziği; Klasik Türk müziği, Türk halk müziği, serbest icra, batılı yaylıların Arap müziğindeki biçemleriyle kullanılması, otantik öğeler, aksak ritim, çok seslilik, bağlama ve diğer bileşenlerden oluşur. Ama tüm bu müzikal öğelerinin yanında, şarkı sözlerinin de önemi büyüktür. Şarkılarda kullanılan sözler, sert bir dilin ürünü değildir. Bilakis içerisindeki sempatik tınılar sayesinde insanların kalbine ulaşmıştır, ancak bu sempatik tınılar toplumsal eşitsizliği, umut ve özlemleri de hissettirmektedir.

Klasik modernleşme kuramı doğrultusunda hızla ‘modernleştirilen’ kitleler ve onların bu modernleştirme projesi bağlamında biçimlenen yaşantıları, duyguları, özlem ve sıkıntıları Gencebay tarafından dillendirilmiş; arabesk, daha önce ‘milletin efendisi’ ‘cumhuriyetin temeli’ diye el üstünde tutulan ama şimdi ‘çemiş’, ‘kıro’, ‘cahil’, ‘apaçi’ vb. olan kitlenin kent kültürünün temeli olmuştur.

Orhan Gencebay ve onun müziği, arabesk kültürün melez yapısını anlamak için son derece uygundur. Modernleşmeye hem karşı koyan, hem onaylayan kitlenin enerjisi, bu müzik ile dışa vurulmuştur.

Arabesk müzik ve kültür; devletin resmi kültür politikaları, kültür endüstrisi, serpilip gelişen piyasa güçleri, kentin çeperinde gelişen yeni yaşama pratiklerinden beslenerek gelişmiştir ve bu etmenlerin değişime uğramasıyla da değişmiştir. Serbest piyasa ekonomisinin dönüşmesi, kültür endüstrisinin gelişmesi ve büyümesiyle arabeskin ve arabeskçilerin ticarileşmesi / ticarileştirilmesi, kente göç etmiş kitlelerin geçirdiği değişim, onların ekonomik ve siyasal açıdan güçlü gruplar haline gelmeleri, ‘kente entegre olma’ları gibi sebepler arabesk üzerinde dönüştürücü bir etki yapmıştır. Arabesk şarkılarda görülen umut ve keder arasındaki gerilim, 80’lerle kaybolmuştur, zira artık umutlar gerçekleşebilmeye başlamıştır…

Velhasıl, 60’lı yıllardaki arabesk ‘her şeyden bağımsız’ ve özgündür, bu nedenle de sarsıcı ve devlet açısından korkutucu olmuştur. 80’lerle beraber ise, düzen-içi çizgiye girmiş, ideolojik ve siyasal düzenin bir parçası haline gelmiştir.

Aynı, Müslüm Gürses’in ‘İtirazım var’ şarkısının banka reklamında kullanılmak üzere ‘ihtiyacım var’a dönüşmesi gibi......

29 Eylül 2010, Çarşamba

26 Temmuz 2010

Mustafa Kuleli

kuleli@evrensel.net

12 Eylül’de yapılacak anayasa değişikliği referandumu vesilesiyle, 1980 askeri darbesi, idamlar ve işkenceler çokça konuşulur-tartışılır oldu bu aralar. Referandum geçtikten sonra 12 Eylül rejiminden ve uygulamalarından bir daha bahsetmeyecek köşe yazarları ve siyasetçiler bugünlerde Erdal Eren’den, Necdet Adalı’dan, cezaevlerindeki işkencelerden bahsediyor ve hatta darbeyle hesaplaşmak gerektiğini dillendiriyor. Başbakan tarihimizi, acılarımızı istismar ederek, daha Erdal Eren’in ismini bile doğru söyleyemezken, kürsüden sahte gözyaşları döküyor.

Tüm bunların bir aldatma çabasından ibaret olduğu, bu gazetenin okurlarının malumu. Sol içinde de AK Parti’nin 12 Eylül rejimi ile hesaplaşmak isteyeceğini, hesaplaşabileceğini düşünecek kadar saf kimse yoktur herhalde. (Yoktur değil mi?)

Yine de, nereden baksak zor bir iş var önümüzde…

AK Parti’nin anayasa paketine koyduğu küçük rüşvetler bazılarını cezp edebiliyor ve bu dostlarımız bu yüzden referandumda ‘Evet’ oyu kullanacaklarını deklare etmiş bulunuyor.

Bir de tabii statükocu ‘Hayır’cılar var ki, evlere şenlik!

İşte bu solcu ‘Evet’çiler ve statükocu ‘Hayır’cılardan farkımızı ortaya koymak, ulaştığımız her noktada, referandumda neden ‘Hayır’ diyeceğimizi tekrar tekrar anlatmak, AK Parti’nin antidemokratik yüzünü ve sermaye partisi olma niteliğini teşhir etmek, hayata ve siyasete nasıl baktığımızı anlatmak gibi bir görev ile karşı karşıyayız şimdi.

Bu vesileyle 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ne olduğunu, 12 Eylül’e nasıl gelindiğini, 12 Eylül rejimin nasıl devam ettiğini yeniden anlatmak durumundayız...

Mesela Süleyman Demirel şöyle sormuş: “11 Eylül 1980 günü, sıkıyönetime rağmen ülkenin her yerinde oluk oluk kan akıyordu. Nasıl oldu da 24 saat sonra her tarafta silahlar sustu ve her yer sütliman oldu?” İşte bu soruyu şimdi yeniden gündeme taşımalı.

Sonra, bizdeki 1980 darbesiyle Arjantin, Yunanistan ve diğerlerinin darbeleri neden bu kadar birbirine benzer?
Darbe olur olmaz ABD Başkanı Jimmy Carter’a “bizim çocuklar işi bitirdi” mesajının iletilmesini bu günlerde biz anlatmayacaksak kim anlatacak?

‘24 Ocak ekonomik kararları’ var sonra... Dönemin İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin’in “Şimdiye kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” lafı var…
Ve son bir benzerlik daha:

1982 anayasası oylanırken darbeciler kendince bir oyun oynamıştı millete. Anayasa’ya ‘hayır’ oyu vermek, cuntanın daha uzun süre başta kalması, 1983 genel seçimlerinin yapılmaması demekti. Referandum’da anayasayı bu şekilde oylatmışlardı. Şimdi de AK Parti, aslında darbecilerden öğrendiğini tekrar ediyor ve nispeten demokratikleşme içeren bazı anayasa maddeleri ile kendi iktidarını pekiştirecek anti-demokratik maddeleri tek bir paket halinde halkoyuna sunuyor.

Bırakalım paketin içeriğini, önümüze getirilme biçimi bile anti-demokratik yani.

İşte bu kadar fark var darbecilerle aralarında bunların…...

23 Eylül 2010, Perşembe

Yeni medya, sendikalar ve işçi hareketi

05 Temmuz 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Sendikalar kıpır kıpır. Yalnızca benim hüsnü kuruntum değil bu, Cumartesi günü Tekgıda-İş başkanı Mustafa Türkel de aynen böyle söyledi: “Önce sendikacılar değişecek, sonra da sendikalar…” Sendikalardaki profesyonel yöneticilerin mal varlıklarını açıklaması, sendikaların yeminli mali müşavir denetimine açılması; dil bilen, internet ve yeni iletişim teknolojilerine hakim genç bir kuşağın sendikalara girmesiyle yaşanacak bu değişim...

Cumartesi sabahı Avrupa Sosyal Forumu kapsamında “Yeni medya, alternatif medya deneyimleri ve işçi hareketi” başlıklı panelde konuşmak üzere Mustafa Türkel, Esra Arsan ve Tolga Korkut Gümüşsuyu'na geldi. Ben de hesapta, toplantının kolaylaştırıcılığını yapacaktım. Gittik baktık, bizim panelin yapılacağı salonda başka bir oturum var. Aynı koltuğu almış iki otobüs yolcusu gibi birbirimize bakakaldık arkadaşlarla. Sonra da “madem öyle çıkalım sokağa, kendi aramızda konuşalım” dedik biz de. İyi de oldu. Paneli izlemeye gelen birkaç dostumuzla beraber, aldık çayımızı-kahvemizi, üç saat kadar sohbet ettik.

Yapamadığımız panelin konusu ekseninde başladı sohbetimiz. Türkel, Tekgıda-İş sendikasının sağlıklı bir veritabanının bulunduğunu, üyelere dair her tür bilgiye sahip olduklarını, toplu SMS sistemi ile üyelerine anlık mesajlar gönderdiklerini, belge arşivlerinin ve kütüphanelerinin standartlara uygun bir şekilde dijital ortamda endekslendiğini anlattı.

Bu vesileyle sendikalarındaki pek çok uzmanın günde iki-üç saatlerini internet ortamındaki görevleri için kullandığını, üç kişilik bir bilişim departmanlarının olduğunu ve şu anda tüm sendikaları kapsayacak bir bilgi havuzu oluşturmayı planladıklarını anlattı. (Laf aramızda, radyo kurma planları üzerine de epeyce konuştuk)

Heyecanlandık elbette. SEKA direnişi sırasında işgal edilmiş fabrikanın içinde kurulan web sitesini ve buradan geçilen haberleri hatırladık. TEKEL direnişinde twitter ve facebook’un hızlı, yaygın ve etkili mecralar olarak çok işe yaradığını konuştuk. Mustafa Türkel, sendikalara bilgisayar girerken yaşlı kadroların nasıl da direndiğini ve 3-5 sene içinde nasıl her işi bilgisayarda yapmaya başladıklarını anlattı. Organize Sanayi Bölgeleri’nde açılan işçi evlerinin neden başarılı olamadığını, işçilerin mahremiyetini koruyarak çalışmanın önemini, sosyal medyanın örgütlenme faaliyeti içinde nasıl kullanılabileceğini tartıştık.

Velhasıl sermaye gazetelerinin-televizyonlarının, sendikaların parayla verdikleri ilanları bile yayınlamadıkları bir dönemde yeni medyayı, yani e-posta’dan interaktif televizyon ve radyolara, podcast’lerden blog’lara, sosyal ağlara, tüm bu araçları nasıl kullanabileceğimiz üzerine kafa yorduk.

Sadece konuşup sonra da dağılmadık elbette, daha geniş katılımlı bir toplantı için sözleştik ayrıca. Onun da detaylarından haberdar edeceğim sizi…

N: Şimdi belki, bu anlattıklarım uzak bir ihtimal ya da yabancı bir dil gibi geliyor bazlarınıza ama “Cep telefonu bana lazım değil, anca iş adamlarına gerekir” dediğimiz zamanlardan kaç sene sonra cep telefonu aldığımızı düşününce, geleceğin o kadar da uzakta olmadığı anlaşılıyor.

N2: Mustafa Türkel başka konulara da değindi elbette: "4C'nin İptali On Binlerce Emekçinin Hayatını Değiştirecek" http://getir.net/qvh

N3: Geçen haftadan bir haber: Son kağıt gazete 2023 yılında basılacak http://getir.net/qvg

(5 Temmuz 2010)

 ...

1 Eylül 2010, Çarşamba

“Türkiye’de burjuvazi ödlek ve sığ”

19 Kasım 2008

Mustafa Kuleli

Geçen hafta Taraf Gazetesi’nin birinci sayfasından yükselen “batıyoruz” çığlığı aklımıza “Burjuvazi bu ülkede görevini yapıyor mu?” sorusunu getirdi. Avrupa’da kiliseyi zayıflatan, kralları deviren, özgürlükleri genişleten, devlet yönetimini sivilleştiren, aydınlanmayı gerçekleştiren burjuvazinin aksine; Türkiye’deki sermaye sınıfı pek bir kendi dalgasında ama hükümet ve asker arkasında göründü bize. Bu günlerde hem orduyu hem hükümeti eleştiren Taraf Gazetesi’nin reklamlarının kesilmesi, başka bir ifadeyle sermaye sınıfının Taraf’a reklam vermekten imtina etmesi de bu durumu kanıtlar nitelikte. Buradan hareketle işçi sınıfı ve burjuvazinin tarihsel misyonlarını, Türkiye’deki durumu, orduyu, medyayı, patronları, ekonomiyi ve bunların birbirleriyle ilişkisini Prof. Dr. Mehmet Altan’la konuştuk.

Batı’da sınıflar nasıl gelişti?

Avrupa’da sermaye birikimiyle ortaya çıkan burjuvazi ve tarımdan kovulmuş, emeğinden başka satacak hiçbir şeyi kalmamış proletarya doğdu. Biz ise sınıfların doğamadığı bir yapıdan geliyoruz. Bunun sebebi de feodalite ile Osmanlı toprak düzeni arasındaki fark. Bu düzen sermaye birikimini ve dolayısıyla sınıfların doğmasını engelledi. Feodal düzende ise büyük toprak sahipleri sermaye birikimi yapabildi. Bu nedenle bizde Marksizm ve liberalizm algılanamamıştır ve gelişememiştir.

İki modern sınıf olarak burjuvazi ve işçi sınıfının misyonu neydi?

Dönemlere göre oynadıkları roller değişti elbette. Burjuvazi başlangıçta çok devrimci bir sınıftı. Hem kiliseye hem krallığa karşı dövüştü. Sistemi modernleştirmesi, özgürlükleri genişletmesi, yığınları arkasına alarak mevcut yapıyı dönüştürmesi, o statik yapıyı akılcı, insan odaklı bir yeni yapıya çevirip aydınlanma sürecini başlatması çok önemliydi. Ama zaman içinde her devrimci unsur gibi burjuvazi de tutuculaştı, statükoyu oluşturdu. O değiştirmiş olduğu sistemin değişimini engelleyen bir muhafazakâr hale dönüştü.

Ve işçi sınıfı tarih sahnesine çıktı…

Evet; burjuvaziye karşı, değişim isteyen, işçi sınıfının hakkını-hukukunu savunan, sömürüye karşı bir yapı ortaya çıktı. Burjuvazi ve proletarya arasındaki büyük kavga da demokrasinin gelişmesini sağladı.

Burjuvazinin başardıklarını konuştuk, peki işçi sınıfının dünyaya kazandırdıkları neydi?

Lenin’in kurduğu Sovyetler Birliği de kapitalist sistemin hızla dönüşmesini sağladı. Kapitalist ülkelerdeki sosyal demokratlar, düzenin daha adil ve özgürlükçü olmasına, sistemin kendi içinde tavizler vermesine neden oldu. Ayrıca soğuk savaş dönemindeki uzay yarışı sayesinde sistem dönüştü ve teknoloji ihraç eder hale geldi.

“DEVLET ELİYLE YARATILAN ZENGİNLER”
Türkiye’de ortaya çıkan ya da yaratılan sermaye sınıfı demokratikleşme, şeffaflaşma, sivilleşme gibi görevleri üstlendi mi?

Bir kere bunlar ne kadar burjuva bunu sormak lazım. Sermaye birikimi yok. Onun geleneği, felsefesi yok. Aslında devlet eliyle yaratılan zenginler bunlar. Devleti dönüştürecek, demokratik taleplerle ortaya çıkacak halde değiller. Devletin uzantıları olarak ortaya çıkmış ve iç pazarı uzun süre sömürmüş, devlet desteğiyle ayakta kalmış bir grup. Bu ülkenin bütün büyük sermaye gruplarına bakın. Hepsi devletle içli dışlı işlerden geliyor. Piyasa dinamiklerinin ortaya çıkardığı unsurlar değil bunlar. Ancak 24 Ocak kararlarından sonra nispi bir değişimcilik, dönüşümcülük geliyor. Çünkü dışa dönük büyüme, ihracat başlıyor. Devlet olmadan da para kazanabilecek, dışarıdan para kazanabilecek unsurlar, dünyaya daha açık bir söylemi, devlete karşı nispi bir eleştiriyi dile getiriyorlar. Ama toplamda, bugün bile bunlar devletten çok korkan, yeryüzünün değişiminden yana olmak yerine bazı iç dengeleri çok fazla ciddiye alıp kollayan, hala ödlek, Ankara’dan bağını koparamamış, serpilse de reşit olamamış bir halde.

Türkiye burjuvazisinin demokratikleşmeden, sivilleşmeden, Ankara’nın gücünün kırılmasından çıkarı yok mu?

Elbette var.

Bunun farkında değiller mi?

Sen gerçekten yeryüzü standartlarında yarıştığın vakit bunların farkında oluyorsun. Aynı zamanda şöyle bir şey de var; hala iktidar bir grupla uğraştığında çok ağır hırpalayabiliyor. Bütün reformlara rağmen devletin ekonomik gücü ve siyasi gücü beraber hareket ediyor. Bunun sistematik kavgasını yapabilecek bir örgüt, bir parti yok. Sonunda herkes gelip devlete teslim oluyor.

Bu bağlamda Taraf gazetesinin 45 bin’lik net satışına rağmen reklam alamıyor oluşunu nasıl değerlendirmek lazım?

Bu ülke liberal Cavit Bey’i asmış, Mustafa Suphi’yi de öldürmüş. Hem de yakın bir geçmişte. Bu toprakların en parlak liberallerinden biri olan Cavit Bey’in astırılıp, Komünist Mustafa Suphi’nin boğdurulması tesadüf değildir. Peki, hem liberalizme hem Marksizme karşı bir sistem nasıl olabilir? Osmanlı toprak düzenine uygun, bürokratik, sarayın modern hali olan Cumhuriyet’i övmekle, desteklemekle, yaşatmakla örtüşen bir fikirsel yapı bu. Peki, bunu kim yapıyor? Kemalizm. Peki, Kemalizmin şampiyonluğunu kim yapıyor? Askeriye. Peki, Kemalizm sadece siyasi bir görüş mü? Hayır, aynı zamanda devletçilik. Yani devletin sahibi olan kesim Osmanlı’daki saray bürokrasisi. Zaten Cumhuriyet’i kuranlar da sarayın bürokratları, askeri bürokratlar. Cumhuriyet’i bir şekilde kendine göre yapan güç ordu. Burada askeriyenin siyasete karışması, oyunun kurallarını belirlemeye kalkması “normal” oluyor. Mesela e-muhtıra gecesi bazı televizyon kanalları muhtıradan yana tavır almışlardı. Türkiye burjuvazisinin demokrasi kavgası, 1700’lerin Fransız burjuvazisinin emekleme dönemine bile erişmemiş durumda. AB’yi falan destekliyorlar ama fiili demokratik bir kavgaya girildiğinde bundan uzak duruyorlar. Onun için, ben bunların hepsini ödlek olarak niteliyorum. Gerçekten Taraf’a büyük katkı sağlamaları lazımdı. Çünkü Taraf ordunun da denetlenebilir olduğunu gösteriyor. Şimdi ordunun köpürüp, bağırıp çağırıp “biz kendimizi denetletmeyiz” demesi Batı burjuvazisi için kabul edilebilir bir şey değildir. Onlar, bunu çoktan geride bıraktı. Bugün yaşanan ordu denetlenecek mi, denetlenmeyecek mi meselesi. Ama Türkiye burjuvazisi bu konuda çok ürkek.

Ya Nokta dergisi deneyimi?

O da dehşet vericiydi, rezaletti. AKP için de söylemek lazım bunu. AKP nasıl sesini çıkarmadı? “Darbe Günlükleri”ni yazıp darbe planları yapanları değil, gazeteci Alper Görmüş’ü alıp yargıladılar. Bir başka rezalet de, askeri mahkemeden karar çıkması. Memlekette hala çift başlı yargı var. Burjuvazi bunu konuşmuyor, AKP konuşmuyor. Biz de bu AKP’den demokrasi bekliyoruz. Askeri Yargıtay ve Danıştay var. Bu, ben ayrı bir devletim demektir. Taraf’a “şu belgeyi gönderin, yoksa sizi gözaltına alıp tutuklarsak avukatınız da dosyayı göremeyecek” diye yazı gönderdiler. Böyle bir imkânları var hâlâ.

“BURJUVAZİ ENTELEKTÜEL DEĞİL”
Peki bir dolu holdingin yönetim kademelerinde emekli askerlere yer vermesini nasıl açıklayabiliriz?

Burjuvazi orduyu demokratik sınırlara çekmek yerine el altından ilişkilerini iyi tutma peşinde. Diyorlar ki: “Siz böyle konuşuyorsunuz ama Türkiye’nin reel koşulları farklıdır, kolay kolay da değişmez, biz iş adamı olarak günü idare edelim.” Nihayetinde Taraf’ı çıkartan ekibin amacı Avrupa standartlarında çağdaş ve özgür bir demokrasi. Bu burjuvazinin de çıkarına olan bir şey.

Burjuvazinin bu çıkar doğrultusunda hareket etmemesi irrasyonel değil mi?

Evet, kesinlikle irrasyonel. Bu irrasyonalite taşınabiliyordu, çünkü bunu halka ödettiriyorlardı, devlete ödetiyorlardı. Ama artık üretim biçimindeki dönüşüm ile bu da mümkün olmaktan çıkacak.

Bir patron için günlük olarak işleri yürütmek, uzun vadeli bir projeksiyona sahip olmamak sağlıklı mı?

İş adamlarının çok büyük bir bölümü devletle ilişkili. “Devlet benim uzağımda dursun” diyeni çok az. Yeryüzünden para kazanıp, içerideki dalgalanmadan etkilenmeyecek adamlar bunlar. Onlar da zaten kendi sağlıklı yapılarını kurduklarından, bu işlere bulaşmıyorlar. Hiçbiri sosyal yapıdaki sorunlardan dolayı, bir gün kendi işlerinin de etkileneceği kanaatinde değil. Bu daha beyinsel bir iş. Entelektüel değil bizim burjuvazimiz. O anlamda aristokrat değil. Esnaf mantıklı Akşam kasasını sayan adam gibi bakıyor. Bir derinliği yok. Bir sosyal bakışı yok.

Uzun vadeli çıkarlarını göremiyorlar mı?

Anlamıyorlar. Esnaflıktan geliyorlar. Bir iki kuşak öncen, baban bakkalsa neyi anlayacaksın?

Ama o insanların çocukları, torunları Amerika’da tahsil görüp, Türkiye’deki şirketlerinin başına geçmedi mi?

Türkiye’deki bütün bankaları satın alacağın paraya, dünyadan doğru dürüst bir bankanın yarısını alamıyorsun. Yani sermaye birikimi çok az.

“KOCA ÜLKEYİ İÇ SÖMÜRGE OLARAK KULLANMIŞLAR”
Bu bağlamda sermaye sınıfından yöneticiler başarısız mı?

Herkesin Marks’tan bahsetmesi aslında ne kadar konjonktürel. Kriz olunca Marks’ı hatırlıyorlar. Her şey gündelik. Uzun vadeli bir bakış yok. Sosyolojik olarak hafifliyor yeryüzü. Magazinleşme had safhada. Bir çağ değişiminin getirdiği bütün patolojik vak’alar mevcut. E bir dünya markamız bile yok. Formula-1 İstanbul Grand Prix’ine sponsor bile bulamadılar. Böyle bir komedi olabilir mi? Üretim biçimi dönüşmeye başladı ve iş dünyasındaki statüko buna direniyor. Bu paraları, pulları kim bırakır. Koca ülkeyi iç sömürge olarak kullanmışlar, bırakmak isterler mi? Bu Tuzla’daki hadise olacak iş mi? Sadece seyrediyorlar. İstanbul’un Şişli’si ile Bingöl’ünYedisu ilçesi arasındaki gelir farkı 274 kat. Burayı resmen bölmüşler zaten. Ayrıca Türkiye çok kötü yönetiliyor. Kötü yönetilmekten de öte, rejimi “iç sömürge” rejimi. Faşizm var burada. Ve insanlar alışmış buna.

“Sınıf çıkarı”nın gereği değil mi bunlar?

Sanayi dönemin kavramlarıyla gelmekte olan nasıl analiz edilebilir? Marks’taki “üretim tarzı” nedir? İnsanın üretim aleti değiştiği vakit, onun tüm ilişkileri de değişir. Kas gücüne dayalı bir teknolojik modelden, beyine dayalı bir teknolojik modele geçiyoruz. Yeryüzünde artık emek dönemi bitiyor. “İşçileri sömüreyim” mantığıyla dünyayla rekabet edemezsiniz. Bu bizim burjuvazinin reşit olmaması, beyinsel üslubunun belli bir seviyeye gelmemesi ile alakalı. Dünya yüksek katma değer ve yaratıcılık üstünden başka bir noktaya gidiyor. “İşçileri sömürelim” mantığı geriliyor.

Bu yeni beyaz yakalı grup da emekçi değil mi?

Hayır. Sömürü fabrikada olur. Bill Gates insanları sömürerek mi para kazanıyor, geliştirerek mi? Adamın yazılım satabilmesi için senin bir bilgisayarının olması lazım. Bilgisayar alabilmek için de iyi bir gelirinin ve onu anlayacak beyinsel yapının olması gerek. Çin’deki fabrika işçisine satabilir mi yazılım? Satamaz. Ama satmak zorunda, yoksa sistem çöker. Demek ki onu geliştirecek, kalkındıracak, yaratıcı bir hale getirecek. Bilgi ekonomisinin farkı bu. Dünya buraya doğru gidiyor. Yoksa işçi sınıfı artık kayboldu, sömürü yok oldu, herkes refaha erişti demiyorum. Ama sanayi üretiminin ve işçi sınıfının istihdam içindeki payının küçüldüğünü de görmek lazım. Bir de bu iş sonunda enerjiye dayanıyor. Atom enerjisine geçildiği vakit insanları neden sömürmek zorunda kalalım? İşte statüko buna da direniyor.

Zenginin daha zenginleştiği, fakirin daha fakirleştiği söyleniyor. Katılır mısınız?

İnsanlık tarihinin en yüksek büyümesi son 30 yılda kaydedildi. Aynı zamanda büyüme her tarafa intikal ediyor. Mesela Facebook’u yapan 22 yaşındaki genç nasıl ortaya çıkabiliyor? Yaratıcı bir fikri olanın çok çabuk zenginleşme imkânının olduğu bir dönemdeyiz. Sanayi sonrası dönemi algılayanlar zenginleşirken, bu yeni döneme uyum sağlayamayanlarda bir gerileme söz konusu. Eski anlamda kapitalist sömürüden kaynaklanan bir durum değil bu....

1 Eylül 2010, Çarşamba

“Gençler ve kadınlar rakıya ayrı bir içim tarzı getirecek”

29 Temmuz 2007

Mustafa Kuleli - BGHA

Kızarmış francala ekmeği... Polonezköy'den tereyağı... Yanında sızma zeytinyağlı, su katılmamış bir cacık... İşte, yarım asrı aşkın süredir rakı sofralarına lezzet katan Vefa Zat’ın “rakı sofrasına giriş” dersinin olmazsa olmazları. Garsonluk, komilik, barmenlikle başladığı mesleğinde “içki uzmanı” ünvanını alan ve yıllarca İstanbul Hilton Oteli’nin şef barmenliğini yapan Vefa Zat, birikimini yazdığı kitaplara aktardı. Dünya mutfağına yeni, özgün kokteyller de kazandıran Zat, son yıllarda kadın ve gençlerin rakı sofralarını dönüştürdüğünü anlatıyor.

Sizin gençliğinizdekiler ile bugünkü meyhaneleri kıyaslayınca ne gibi farklar görüyorsunuz?

Bugünkü meyhanelerin çoğu, iyi dekore edilmiş, düzenli ve şık mekânlar. Oysa eskiden tahta masalar, üzerine gazete kâğıtlarının serildiği salaş sofralar vardı. Meyhaneler daha bir bohemdi, daha bir salaştı. Duvarlarda sigara dumanından kirlenmiş resimler, kırık camlar olurdu… Ve İstanbul’un genelinde meyhaneler böyleydi. O zamanın en özenli meyhanesi bile, bugün girmek istemediğimiz mekânlardan daha kötüydü. Buna rağmen, eski meyhanelerde bir doğallık, sıcaklık vardı. Müdavimlerine gösterilen hizmet daha özenliydi. Bugün birçok lüks restoranda bile, o günkü hizmet kalitesinin onda biri bile yok. Fark şu: "Time is money" felsefesi dünyaya hâkim oldu. Yani, zamanı paraya tahvil etmek... Artık “önce insan” diye düşünülmüyor.

Geçen yıllar içinde, meyhaneye giden kitlede bir değişiklik oldu mu?

Ülkemizde meyhane kültürü genelde erkeğe özgü bir kültürdür. 1953’te, Bülent'in esnaf meyhanesinde tepsiyi elime ilk aldığım dönemde, meyhanede kadına rastlayamazdınız. Bir sofrada kadın varsa o sofra muteber bir sofra olarak addedilmezdi. Bugün ise kadını görmediğimiz zaman yadırgıyoruz. Hatta gençlerin kullandığı tabir var: “Üfff içerisi sap dolu!”, diyorlar. Tabii, meyhanede en çok konuşulan konu kadınlardı; ama kadının adı vardı, kendi yoktu. Hâlbuki bugün hanımlar meyhane sohbetlerine iştirak ediyor, sofraya farklı bir renk katıyorlar. Bir de son yıllarda gençler meyhane kültürüne ilgi göstermeye başladı.

Gençlerin meyhane adabını bilmediğinden yakınanlar var. Katılıyor musunuz bu görüşe?

İnanın bana, gençler eski müdavimler kadar rakı adabına saygılı. Ancak bazı şeyleri bilmedikleri için tereddüt ediyorlar. Hâlbuki onlara daha çok anlatsak, o çocuklar neyin ne olduğunu benden çok daha iyi kavrayabilirler. Gençler artık bizim zamanımızdaki gibi kısıtlı değil. Çünkü demokrasinin özünü yaşıyorlar. Bugün görgü kuralları diye sorduğunuz zaman bu genç der ki “Benim için, istediğimi yapmak kuraldır.” Yanlış mı yapıyorlar? Hayır. Her şeyi istedikleri gibi, doya doya yaşamaları lazım. Onları gönülden tebrik ederim. Rakı kültürüne sahip çıkıyorlar. Biraz araştırdıkları, doğru adreslere ulaşabildikleri takdirde daha da keyifli günler yaşayabilirler.

Gençler nasıl içiyor? Gözlemleyebiliyor musunuz?

Akşamcı dediğimiz rakı tiryakilerinin içiş şekli bellidir. İki duble içer, mezesiyle falan bitirir işi, sonra eve gider yemeğini yer. Ama bugünkü gençlik rakıyı sahipleniyor ve yakın bir gelecekte, genç nesil ve hanımlar rakıya ayrı bir içim tarzı getirecek. Çünkü akşamcılar yılların getirdiği alışkanlıklarla devam ediyor. Hâlbuki şimdi çocuklar “Acaba brokoli ile nasıl içerim?” diyor. Yeni mezeler, tatlar deniyor. Bana göre hiçbir mahsuru yok. Ben bu işi biraz bilen biri olarak takdirle karşılıyorum. Mademki rakı sofrası lezzet sofrası, her türlü lezzete açık olmak gerek.

Siz nasıl içersiniz rakınızı?

Benim masama rakı geldiği zaman kızarmış francala ekmeği gelecek, Polonezköy'den tereyağı gelecek. Üzerine ançüez ezmesi sürülecek. Sızma zeytinyağı gezdirilmiş, su katılmamış bir cacıkla başlayacaksın. Benim soframın adabı bu. Sonra gelir zaten gerisi…

Öyle güzel anlatıyorsunuz ki insanın her gece içesi geliyor. Rakının kararı meselesine de değinelim isterseniz…

Rakı keyfe araç olabilir. Fakat asla amaç olmamalı. Akşamcı tiryakiler ölçüyü kaçırmaz. Rakı adabının en büyük özelliği ölçüsüdür. Ortamı yakalayabilir, dostlarınızı iyi seçebilirseniz, hayatta her şeyi paylaşabilirsiniz. Rakı sofraları insana mutluluk veren sofralardır. Yeter ki o iki dubleyi iyi bir dost çevresinde için. (BGHA)

“İÇKİ SOFRASI ÇİLİNGİRDİR, ADAMI AÇAR”

“Eski meyhanelerde masadaki en yaşlı kişi sohbeti açar. Konular fazla uzatılmaz. Mezeler gibi konulardan da bir çeşni alırsınız... Eskiler, ‘Mukavele-i efkârdan, esrar-ı hakikat doğar’ derler. Yani ‘Karşılıklı söyleşerek gerçeğin sırrına ulaşılır’. Konuya rint felsefesiyle, Bektaşi felsefesiyle bakmak lazım. Bu bir dostluk sofrası, paylaşılan bir sofra. Niçin paylaşılıyor? Gerçeğe ulaşabilmek için… İçki sofralarına "içelim, açılalım" diye oturulur. Çünkü çilingirdir bu sofra, açar adamı, adamın değerini bir çırpıda çıkarıverir ortaya... ”

“ANÇÜEZ EZMESİNİ, ÇİROZ SALATASINI BİLMİYORLAR”

“Şimdi bir francala yapıyorlar, gerçek francala ile ilgisi yok. Bugün ançüez ezmesini bilen kaç meyhaneci var? 100 tanesinden 80’i bilirse kafamı keserim. Ben ballandıra ballandıra çiroz salatasını anlatıyorum, Ortaköy’de istavritten yapılmış, incecik şeyleri satıyorlar. İstavritin eti budu ne ki, çıtır bir hayvancık.”

“RAKININ HAVASI BAŞKA İÇKİDE YOK”

“Hepimiz viski de, malibu da, tekila da içtik, içiyoruz. Ama rakıdaki havayı hiçbirinde yakalayamıyoruz. Bugün bizim rakıda yakaladığımızı Küba'ya giderseniz romda yakalarsınız. Küba'nın milli içkisidir, rom dendiği zaman adamlar selama dururlar.”

VEFA ZAT KİMDİR?

Vefa Zat, 1941’de İzmir’de doğdu. Meyhanelerde çalışmaya 12 yaşında başladı. 15 yaşındayken “barboy” olarak girdiği İstanbul Hilton Oteli’nden “bar supervisor” unvanıyla emekli oldu. THY’de eğitmenlik yaptı, Özel Turizm ve Otelcilik Lisesi’nde “Servis-Bar” ve “İçki Yapımı Teknolojisi” dersleri verdi. İnönü’den Bayar’a, Kraliçe Elizabeth’ten De Gaulle ve Şah Rıza Pehlevi’ye kadar birçok tarihî isme servis yapan Vefa Zat, Uluslararası Barmenler Kulübü ve Barmenler Derneği Onur Kurulu üyesi. Kariyerinde “Huzur”, “Golden Martini”, “Banana Sour”, “Apple Punch” gibi özgün kokteyller bulunan Vefa Zat, birçok kitap da yazdı.

(Bu haber 29.07.2007 tarihinde, Cumhuriyet Dergi'de yayımlanmıştır)...