Ayşegül Doğan: Kürtleri böl-parçala-yönet siyaseti iflas etti

Mustafa Kuleli
21 Eylül 2012, Cuma

Eylül 2012

MUSTAFA KULELİ / TİROJ

“Bazen doğru soruyu sormak, doğru yanıtı bilmekten daha önemlidir” derler. Ayşegül Doğan’ın işi tam da bu. Haftanın üç günü, yorumcular Nuray Mert, Mithat Sancar ve Mehmet Altan’la yaptığı Gündem Müzakere programında çarpıcı sorular soruyor Ayşegül. Gelgelelim hep soru sorana da bir gün sorarlar, ‘Sen ne düşünüyorsun?’ diye. İşte o gün, bugün. Bu kez biz soruyoruz, o anlatıyor. Üstelik konumuz da Kürt meselesi. Yalnız onunla söyleşmenin bir zorluğu var: Konuşurken kendini alamayıp yine araya esaslı sorular sıkıştırıyor. Herkesin üzerine düşünmesi gereken sorular… Bunlara da ayrıca dikkatinizi çekmek istiyorum.

Nereye gidiyoruz?

Keşke çok iyi bir yere gittiğimizi söyleyebilseydim. Keşke Türkiye’deki bir tek gelişme bize bunu söyletebilseydi… Ne yazık ki, yaşananlar bunu göstermiyor. Roboskî katliamı, Şemdinli’de haftalardır süren çatışmalar, Antep saldırısı gibi olaylar bunu görmek için yeterli değil mi? Bugüne nasıl geldiğimize bakarak yaşananların sürpriz olmadığını düşünüyorum.

Peki nereye gittiğimize dair bir projeksiyonun yok mu?

Savaşın sürdürülemez hale geldiği apaçık ortada. Eskisi gibi devam edemez. Oslo’ya kadar varan bir müzakere sürecinden çok daha gerilere dönmek gerçekçi değil. Korkunç olan da bugün denenenin eskiden farkının olmaması ve bunda ısrar edilmesi. Yani Oslo’dan da geriye gidiş… 30 yıldır süren ve çok daha uzun bir tarihsel arka planı olan bir sorununun 3-5 yılda çözülmesini beklemek yalnızca iyi niyetli bir yaklaşım olabilir. Üstelik sorun artık hem çok aktörlü hem de çok boyutlu.

Zaman geçtikçe daha da karmaşık bir hal alacak. Çünkü bugüne kadar süren savaş olduğu gibi anlatılmadı ve kamuoyuna yansımaması için özel politikalar yürütüldü. Nitekim Suriye Kürdistanı’yla ilgili gelişmeler bunu bir kez daha teyit eder nitelikteydi. Gelinen nokta, bir açmaz olarak yorumlanıyor. Gelişmeler sığ analizlere hapsediliyor. Oysaki tam da böyle bir kavşakta, Öcalan’a giden yolları açmak veya Öcalan’la iletişimi mümkün kılmak bu karamsar ve kötümser tabloyu alt-üst edebilecek bir öneme sahip.

Öcalan’ın, avukatları ve BDP’lilerle kendi isteğiyle görüşmediği iddia ediliyor.

Evet öyle söyleniyor ama bunun ne kadar doğru olduğunu bilmiyoruz. Varsayalım ki bu iddia gerçek. O halde bunu doğrudan Öcalan’dan duyabileceğimiz koşulları yaratmamakta neden ısrar ediliyor? Üstelik Adalet Bakanlığı’na bir sürü başvuru var. Yalnızca siyasetçiler değil senelerdir gitmek isteyen gazeteciler olduğunu da biliyoruz. Ailesiyle bile görüştürülmüyor.

Son bir yıla kadar Öcalan’ın açıklamalarından korkmayan devlet, şimdi neden bir şey söylemesini istemiyor?

Devletin bir yıl öncesine kadar Öcalan’ın açıklamalarından senin deyiminle korkmadığını ortaya koyan bir emare olmadığını düşünüyorum. Hâlâ görüşme notları dolayısıyla yargılanan ve bu nedenle tutukluluk halleri devam eden siyasetçiler, avukatlar, gazeteciler olduğu gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. Madem Öcalan’ın görüşlerinden korkulmuyor o halde yıllardır neden hâlâ İmralı’da tutuluyor?

Peki ya Oslo süreci? O görüşmelerde çözüme çok yaklaşılmadı mı?

Oslo protokollerinin içeriğini bilmiyoruz. Oslo’da Kürtlerin tüm taleplerinin karşılandığı ve sorunun çözüldüğü söyleniyor. Yanıtlayamadığımız pek çok soru olmasına rağmen Oslo süreci, müzakereci çözüm anlayışının sorunların çözümünde bir yöntem olarak benimsenmesi açısından çok kıymetli. Zaten bu nedenle bir “milat” gibi ele alınıyor.

Bilemediklerimizin arttığı noktada, boşlukları doldurmaya, akıl yürütmeye çalışabiliriz. Senin tahminlerin yok mu? AK Parti-Cemaat-Hakan Fidan ekseninde ne oldu mesela?

Bunu sadece emniyet istihbaratı ve MİT arasındaki bir iktidar mücadelesi olarak görmek ya da sürecin durmasını Silvan’la açıklamaya çalışmak bana göre yetersiz. Uluslararası boyutu olan, çok aktörlü müzakerelerden söz ediliyor.

Zamana yayılmış bir Sri Lanka konseptinin devrede olabileceği söyleniyor. Hem masa, hem imha nasıl bir arada olabilir? Aynı devlet değil mi bu?

İstemediğimiz kadar çok spekülasyon var. İçte ve dışta, masayı istemeyenlerin Sri Lanka modelini öne çıkardığı iddia ediliyor, fakat masanın olmadığını da yaşananlar bize gösteriyor. Tarafların açıklamaları da bunu doğruluyor. Atlamamamız gereken şey, Kürtlerin artık eski Kürtler olmadığı gerçeği. Devletin Kürtlere biçtiği roller var ve bunun dışına çıkılması rahatsızlık yaratıyor. Ama artık o dönem Kürtler açısından kapandı. Böl-parçala-yönet siyaseti çöktü. Bunda ısrar etmek beyhude bir çaba olduğu gibi ancak daha büyük acılara neden olur.

Bu kadar spekülasyon sürece zarar vermiyor mu?

Spekülasyonlardan kurtulmanın tek yolu masaya dönülmesi. Farklı masalar da olabilir ama artık süreç şeffaf olmayan, gizli yürütülebilir bir süreç olmaktan çoktan çıktı.

Muhatap kim peki?

Devlet de Kürtler de sürece tüm aktörleriyle dâhil olmalı. BDP, PKK, Öcalan, sivil toplum… Ve tabii karşı taraf için de aynı şey geçerli.

Ya silah bırakma tartışması?

Kürtler silaha tapmıyor. Öncelikle bunu kabul etmek gerekiyor. Fakat bir başka tarihsel gerçek de şu ki, Kürtler ne zaman eline silah alsa o zaman bazı haklara erişimi mümkün olmuş. Bu yüzden silah bırakma söylemi Kürtler için çok rahatsız edici. İşte tam de bu nedenle silahların susturulması ve bırakılması apayrı bir şekilde ele alınmalı. Süreç aşamalarla yürümeli.

IRA örneği veriliyor sık sık…

IRA ve PKK‘yi birbiriyle kıyaslarken dikkat etmemiz gereken önemli noktalar var. PKK silahlı mücadeleye siyaset yapabilmek için başlıyor. IRA önce siyaset yapmaya çalışıyor, sonra silahlı mücadeleye başlıyor. IRA örneği yöntemsel açıdan Türkiye için esin kaynağı olabilir elbette. Önemli olan bu konudaki niyet beyanı, irade ve cesaretin ortaya çıkması. Çok zor değil. Dünyanın pek çok ülkesinden esinlenilebilir. Fakat hiçbir yerdeki çözümün burada tıpatıp uygulanabilir olduğunu da sanmıyorum.

Müzakereler basına sızdırıldıktan sonra, tüm o “devlet teröristle masaya oturmaz” söylemlerine rağmen, memleketin batısında kıyamet kopmadı. Türkler görüşmeleri olgunlukla karşıladı. Buradan barışa dair bir umut çıkmaz mı? Türk kamuoyu müzakerelere hazır olduğu mesajını vermedi mi?

İki taraf da hazır. Ben “Türk sorunu”nun olmadığını düşünüyorum. Kamuoyu hassasiyetleri olabilir. Bunun abartılmak ve kaşınmak istediği kadar gerçekçi olmadığını ve istenirse yönetilebileceğini hem Habur’da hem de Öcalan’a ev hapsi tartışmalarında görmedik mi? Bence yarın öbür gün Kürtler bu sistemin değişmesi için uğraşan tek güç olmayacak. Türklerin de bu mücadeleye katılması gerekecek. Evet, Kürtler Türkiye’nin demokratikleşmesi için bir dinamo ama bu doğru okunmazsa kaybeden tüm Türkiye olur. Bunu fark edenlerin sayısı artıyor... İnsanlar sorguluyor…

Bu medyayla mı?

Bu medyayla sınırlı değiliz artık. Uludere olayında da bunu gördük. 12 saat gizlendi de ne oldu? Sonunda tüm Türkiye her şeyi duymadı mı? Ya Suriye’de düşen/düşürülen uçak meselesi? Ne kadar gizlenebildi? Günümüzde gerçekler dün olduğu gibi öyle kolay kolay gizlenemiyor. Bunun çeşitli nedenleri var. Türkiye medyasına baktığımızda bir sabah barışa, bir sabah inanılmaz bir savaşa uyanıyoruz. Bunun bir bütün olarak Türkiye toplumu açısından inandırıcılığı kalmadı. Anlayamadığım bir şey var. Masa kuruluyor, masa kaldırılıyor. Bu arada çatışmalar devam ediyor. İki taraf da sorunun masada çözüleceğinde hemfikir. Peki bu insanlar, taraflar pazarlıkta elini kuvvetlendirsin diye mi ölüyor? Masaya kuvvetlice oturmak için güç sınama, burun sürtmece sürecinden geçiyorsak, bunun için zaten yeterince insan öldü.

Barış sürecini baltaladığı söylenen Silvan tipi saldırılara baktığımız zaman PKK’nin kendi tabanında kontrol edemediği güçler olduğu sonucuna mı varıyoruz? Kim kontrol ediyor öyleyse?

PKK dünyanın en az 18 ülkesinde örgütlü önemli bir güç. Elbette kontrol edemediği unsurlar olabilir. Diyelim ki uluslararası güçlerin veya Suriye ile İran’ın desteğiyle kontrolsüz eylemler yapıldı, daha öncekileri nasıl açıklayacağız? Güçlükonak’ı, 33 er olayını? Ben nereye gittiğimize böyle sorularla bakıyorum.

Ama nereye gittiğimizi söylemiyorsun…

Barış çok uzak ya da çok yakın diyemiyorum çünkü barışın ne kadar zor olduğunu yalnızca okuyarak değil aynı zamanda acı bir şekilde tecrübe ederek de öğreniyoruz. Bu nedenle de tanımlamalar ve bakış açıları önemli. Bugünkü “Vaay Uludereliler askerleri taşıyor” atmosferi üzerinden yapılacak barış, gerçek bir barış da olmaz sorunu da çözmez. Ne oldu da daha düne kadar ‘kaçakçı’, ‘taşeron’, ‘terör yandaşı’ olarak adlandırılan insanlar iki ay içerisinde bu kadar iyi oldu? Bunu neden sorgulamıyoruz?

Belki de barışa hasret olduğumuzdan olumlu her resmin üzerine atlar olduk…

Nasıl bir barış istediğimizi ve süreçteki aktörleri tanımlamadan o projeksiyonda iyimser ya da kötümser olmak sahici değil.

Kürt hareketi çok gelişti, Kürt halkı artık çok daha politik ve üstelik uluslararası durum da Kürtlerin lehine. Türk devleti Kürtlerle, talepleri bakımından hangi noktada uzlaşmayı umuyor?

Devletin “Kürtleri tatmin, Türkleri ikna” diye bir formülünün olduğu konuşuluyor. Bu bile adil bir formülasyon değil. Niye iki tarafı da ikna ve tatmin üzerinden gitmiyoruz? Kürtlerin de ikna olması lazım. Kürtlerin tatmin olacağı sanılan şey seçmeli ders mi? Kürtler ‘bağımsız birleşik Kürdistan’dan bir arada yaşam projesine geçmiş bir toplum. Kürtlerin şu an istedikleri ‘bağımsız birleşik Kürdistan’dan daha büyük değil ki? Bu direnç niye?

Türklerin ve Kürtlerin hiçbir zaman birbirini boğazlayacak noktaya gelmeyeceğine inanan insanlar var. Sen nasıl bakıyorsun?

Maalesef hiçbir şey artık bu denli kati olmayabilir. Linç girişimlerine tanık olduk. Hatta bazıları basbayağı linçe dönüşmedi mi? Her şeyi sorgulayan bir kuşak var artık.

Her şeyi mi?

Evet, kendi hayatlarına değen her şeyi.

BDP’yi?

BDP’yi de. Zaten BDP’liler “Bizimle çözemezseniz, bizden sonraki kuşaklarla hiç çözemezsiniz” diyor.

BDP-PKK karşılaşması konuşuluyor bu günlerde. Artık BDP, PKK’yle mesafe konusunda daha mı açık, çekincesiz ve rahat davranacak?

BDP’nin bundan sonra nasıl davranacağını bilmiyorum. Fakat roller karıştırılmamalı. BDP, PKK’nin uzantısı değil. Yalnız o fotoğrafa bakınca aklıma şöyle bir soru ve kare düştü. O heyette yer alanlardan birinin yakını, kızı, oğlu veya kardeşi olsaydı yol kontrolü yapanlar arasında başka türlü davranma şansları olabilir miydi? Veya “mesafe” dediğimiz şey hangi ölçülere göre belirlenecekti?

Suriye meselesini konuşmadık. PKK son eylemleriyle, Türkiye Suriye Kürtlerine müdahale ederse doğu cephesinden nasıl bir yanıt alacağını mı göstermeye çalışıyor?

Türkiye’nin Suriye’ye müdahale edebileceğini düşünmüyorum. Bir kere uluslararası toplum buna müsait görünmüyor... ABD artık nazik de olsa askeri müdahalelerle sorunların çözülemeyeceğini söylüyor mesela.

Türk devleti neden eskisi gibi “Hakkâri’ye misliyle karşılık vereceğiz” diyemiyor? Niye sessizlikle geçiştiriyor? İlginin Suriye’den Hakkâri’ye kaymaması için mi?

Söylemde bir değişiklik görmüyorum. Halen misliyle karşılık verme iştahı ve hevesi olduğunu yetkililerin açıklamalarında görüyoruz. Asıl soru, Hakkâri’de yaşananlara ilişkin neden kamuoyunun bilgilendirilmediği? Orada saklı tutulması gerektiğine inanılan gerçeğin ne olduğu?

AK Parti, Suriye ve PKK politikalarında MHP’yi yanına çekti. CHP ayrıksı. Bir CHP-BDP ittifakı mümkün olabilir mi?

CHP’nin hangi konularda ayrıksı durduğuna bakmak gerekmez mi? Henüz sorunu tanımlamaktan bile imtina eden bir siyasi partiyle BDP’nin ittifak yapabilmesi mümkün görünmüyor. Mevcut koşullarda ve bu CHP ile ittifak olmamalı.

“Olmamalı” bir istek belirtiyor…

Türkiye’deki Parlamenter sistemin tarihine baktığımızda da bunun mümkün olmadığını görüyoruz. Devlet ne zaman Kürtlere karşı bir konsepte karar verse, tüm partilerin bu konseptte uzlaştıklarını 94 sürecinde görmedik mi? Ayrıca CHP’nin Kürt meselesinde hangi politikası farklı? Ben Kürtlerin denenmiş, sınanmış yollar üzerinden artık gitmeyeceğini düşünüyorum. Kürtlerin bu saatten sonra CHP’yle ittifak yapmaya ihtiyacı yok ki… Zaten yeni bir CHP de yok.

(Fotoğraflar: Seda Öz)

 

'ANADOLU'DAN GÖRÜNÜM 3 AY OKULA GİTMEMİ ENGELLEDİ'

AK Parti’yle özgürlükler genişledi mi sence?

Son döneme bakalım: Hakkâri’yle ilgili yazılar yazanlar tehdit edildi. Gazetelere içerik ayarı verildi. Elbette 90’lardaki gibi değil, farklı bir biçimde yapılıyor şimdi her şey. Sokak ortasında insanlar öldürülmüyor belki ama insan ölümleri o yıllarda olduğu kadar çok. Özgürlüğümüzün en çok kısıtlandığı dönemde, sanki özgürlük alanlarımız genişliyor zannediyoruz. Oysaki Ak Parti iktidarının ilk dönemlerine kıyasla özgürlükler ve demokratikleşme açısından oldukça geriye gitmeye başladık.

Ya medya?

Geleneksel medyada değişen hiçbir şey yok. Artık Anadolu’dan Görünüm programı yok ama onun da post-modern halleri var.

Bütün haber bültenleri Anadolu’dan Görünüm mü oldu?

O bambaşka bir şeydi. O program benim 3 ay okula gitmemi engellemişti. Her gece Güçlükonak katliamına benzer görüntülerin üzerinde görüntüsü geçen bir babanın kızı olarak okula gitmek zordu tabii.


AYŞEGÜL DOĞAN KİMDİR?

1977’de Ankara’da doğdu. İlköğretim ve lise eğitiminin ardından yurt dışına gitmek zorunda kaldı. 1995-2000 yılları arasında sırasıyla Metz Üniversitesi İletişim Fakültesi ve Paris Yüksek Gazetecilik Okulu’na devam etti. 1999’da Fransız Haber Ajansı-AFP’nin Ankara bürosunda staj yaptı. 1999-2001 yılları arasında Paris Doğu Dilleri ve Uygarlıkları Ulusal Enstitüsü’nde Kürt Dili ve Edebiyatı kürsüsünde okutman, 2001’de Amerika’nın Sesi Kürtçe servisinde, 2002 yılında Radyo Ekin’de program yapımcısıydı. 2002-2003 yılları arasında Le Monde Diplomatique Türkçe’de çevirmen-gazeteci olarak çalıştı. Birçok belgeselin yapımında, uluslararası çalıştay ve konferansın düzenlenmesinde organizatörlük, çevirmenlik, iletişim ve siyaset danışmanlığı yaptı. Halen IMC TV’de Gündem Müzakere programını hazırlıyor ve sunuyor.