Çözüm istemek suç değil

Mustafa Kuleli
15 Ağustos 2011, Pazartesi

15 Ağustos 2011

MUSTAFA KULELİ

kuleli@evrensel.net

Tam da her şey iyi gidiyorken ve Kürt sorununun çözüleceğine dair umutlar artmışken birden sahne değişti. Şimdi silah sesleri ve ağıtlar varken, biz ses çıkartamaz olduk.

Neden böyle oldu? Dönüm noktası, Silvan’da 13 askerin hayatını kaybettiği saldırı mı, yoksa bu savaş çok önceden mi planlandı? Neden Blok çevresindeki yüzlerce kişiyi tutuklama hazırlıkları yapılıyor? Tam da bu kritik haftalarda, avukatlarının Öcalan’la görüşmesine neden izin verilmiyor? Bu sorulara yanıt veremiyorum. Ama şunu biliyorum: Kürt sorununun demokratik çözümünü isteyen güçlerin de bu süreçte hataları, eksikleri oldu.

Aslında bu hafta ben de bunu yazacaktım. Mesela ‘Türkiye’yi 25 parçaya bölüp, her birine özerklik vereceğiz’ demekle ‘İl sayısını 25’e indirip, yetkileri arttırılmış valilerin halk tarafından seçilmesini sağlayacağız’ demek arasındaki farktan bahsedecektim. Çuvaldız olmasa da, kendimize bir-iki iğne batıracaktım. Bazı şeyleri neden yıllardır anlatamıyoruz, neden insanları ikna edemiyoruz, bizde hiç mi kabahat yok?’ diye soracaktım.

Heyhat, birileri ‘Katil Sizsiniz’ diye manşet atıp bu ülkede barışı en çok isteyen siyasetçileri hedef gösterince, bunlar da önemini yitiriyor. Bu kan dursun diye ödemediği bedel kalmamış insanlara kara çalanlar, ülkemizin geleceğiyle bu kadar kolay oynayanlar varken, omuzlarımızdaki sorumluluk bir yumurta küfesi misali her hareketimize çekidüzen veriyor.

Silahların o korkunç sesi hâkim olunca memlekete, barış isteyenlerin sesi kendiliğinden kısılıveriyor. Çünkü bir işyerinde, bir okulda, bir mahallede, bir köyde, bir dost meclisinde Kürt sorunundan ve ölen gençlerden bahsetmek, aslında her zamankinden çok gerekli olmuşken, kelimeler yaraları kanatıveriyor. Nefes filmindeki komutanın ifadesiyle ‘45 saniyeliğine kahraman olan’* o çocukların, televizyondan hikâyelerini dinlemek Türkiye’nin batısında kör bir öfke yaratıyor.

Medyanın pompaladığı banal milliyetçilik, okullarda öğrenilen ırkçılık, devletin inşa ettiği ulusal kimlik ve elbette ölen gencecik insanların acısı… Evet, bütün bunların payı var yaranın kapanmamasında. Ama yine de ve her şeye rağmen denenmeyen yol apaçık belli: Barış... Dibine kadar gelip de kuramadığımız şey, barış… İşte şimdi tam da zamanı barışın. Şimdi tam da, barışın sesini yükseltmemiz lazım.
Özellikle de memleketin batısında yaşayanlar utanmadan, çekinmeden, her türden ‘mahalle baskısı’na karşı koyarak inandıklarını söyleyebilmeli. Varsın ‘PKK’lı ‘desinler. Varsın vatan haini ilan edilelim, dostlarımız bize yüz çevirsin. Konuşmaktan, dinlemekten, anlatmaktan nasıl vazgeçeriz?

Memleket değişiyor. Türkiye toplumu 10 sene önceki toplum değil. Bakın kendini ‘aşırı milliyetçi’ olarak tanımlayan futbolcu Arda Turan bile televizyondan barış çağrısı yapıyor. “Bu topraklar savaşmak için değil yaşamak için var. Hem Kürt halkına, hem Türk halkına, kendini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı hisseden herkese seslenmek istiyorum. Lütfen bu ölümler dursun. Çünkü ölenlerin hepsi bizim evlatlarımız” diyor…

Bu günlerde herkes çok duygusal. Söylediklerimize belki tepki de gösterecekler. Ama biz susarsak kim konuşacak? Kim elini taşın altına sokacak? Söz biterse ne olacak?

Diyeceğim; umutsuzluk, yılgınlık gibi bir lüksümüz yok. Şimdi bir kez daha hatırlamamız ve herkese tekrar hatırlatmamız lazım:

Barış istemek suç değil… Barış istemek suç değil…

Gelin buradan başlayalım.