Son Yazılar
31 Ağustos 2010, Salı

“Neyi kutluyoruz?”

02 Kasım 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Geçen haftanın ilk üç günü Cumhuriyet gazetesi, sürmanşetinde bu soruyla çıktı. Hatta TV’lere de reklam verip sordular: “Neyi kutluyoruz?”

Tabii hemen aklıma Cumhuriyet’in önceki reklam kampanyaları geldi. Besbelli yine böyle bir kampanya ile karşı karşıyaydık. “Tehlikenin farkında mısınız?” “Mayıs 2007’de saatler 100 yıl geriye alınacak” “Biz susarsak... Kim konuşacak?” gibi bir şeyler bekledim. Kim bilir yine nasıl ‘yaratıcı’ bir reklam kampanyasına maruz kalacaktık…

29 Ekim Perşembe günü bir baktım, Cumhuriyet’in ilk sayfasında bir bulmaca. Bildiğin çengel! “Resimdeki ünlü” yerine de Atatürk’ü koymuşlar. İyi mi?

Bulmacayı çözünce, sorunun yanıtı ortaya çıkacak herhalde dedim, başladım çözmeye. Hiç de sevmem ha bulmaca çözmeyi. Neyse… Sabrettim, kutu kutu doldurdum bulmacayı. O numaralı yuvarlakların içindeki harfleri de yazdım tek tek. Anahtar cümle ne çıktı biliyor musunuz? “CUMHURİYETİNİZE SAHİP ÇIKIN”

“Ulen!” deyip, tam reklam kampanyasını yapanlara sövmeye başlayacakken bir şey fark ettim. Evet, belki slogan değişmemişti ama değişen bir şey vardı: Gazete’nin fiyatı! 1 TL’den 1.5 TL’ye çıkmıştı fiyat. Sonradan çaktım tabii köfteyi. Mesaj açıktı:

- 'Cumhuriyet’inize sahip çıkın! Bakın 1.5 TL oldu, alan var alamayan var, çaktırmadan araklayıverirler haaa! - Koltuğunuzun altında saklayın!

Meğersem kazın ayağı öyle de değilmiş. 29 Ekim günü hediye olarak verilen bir CD ve Kitap Eki nedeniyle özel fiyat uygulamış gazete yönetimi. Sonra normale dönüldü.

Yine de bu çengel bulmaca meselesi, yılın acayipliği olmaya aday....

31 Ağustos 2010, Salı

Evrim, solculuk ve solcular…

17 Ağustos 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Bazı haftalar yazı yazmak zor oluyor... Konu bulamamaktan değil elbette, çok şükür yazacak konu bol memlekette. Gelgelelim sıkılıyor işte insan bazen. Umutsuzluğa kapılıyor. Hele medya dünyasına bakınca…

Yine cumartesi akşamüzeri, ben yine medya sitelerini geziyorum. Bir süredir uzak kaldığım gündemden artakalanı eşeliyorum…

Yiğit Bulut nam şahsiyet –ki kendisi Aydın Doğan'ın bacanağı olan Namık Kemal Zeybek'in damadıdır- Haberturk televizyonunda hacı-hoca-üfürükçü-şovmen-köşekadısı takımına evrim teorisini tartıştırmış, program izlenme rekorları kırmış. Bu hafta da bilim insanları aynı programda evrimi anlatmış. O program da izlenme rekorları kırmış. Ama internetteki bazı medya dedikodusu sitelerine ve bunların ‘yüzlü’-‘yüzsüz’ yazarlarına göre evrimi savunanlar ağır bir yenilgi almışmış.

Üstelik öyle yorumlar gelmiş ki bu haberlerin altına, kahrolmamak elde değil. Hadi bırakalım bu ultra-ulusalcı, devletçi, milliyetçi ve aynı zamanda serbest piyasacı, küresel borsacı, junior kapitalist medya adamının programını; bir de Hıncal Uluç’un Refik Erduran üzerinden sola ve solculara vurması var ki, o da başka bir facia.

Paris Hilton, köpek kulübesi için 325 bin dolar harcamış, bunun üzerine Refik Erduran “bu ne yaman çelişki” başlıklı bir yazı yazmış. Hıncal da “Bu parayı köpek mi yedi, yoksa kulübe üretimi için çalışan kaç yüz kişi mi paylaştı” diye Erduran’a çıkışmış. Tabii kendi deyimiyle ‘demode solcu klişeleri’ne de vurarak ve artık tiksindiğimiz ‘Bırakın canım bu saçmalıkları, solculuk mu kaldı?’şarkısını terennüm ederek.

Bir başka ünlü sol düşmanı, işçi-sevmez-patron-sever köşe yazarı ise Engin Ardıç, malumunuz... Ancak onun sola küfretmek için bir sebebe ihtiyacı yok tabii. Çiçek Pasajı’nın simgelerinden Entelektüel Cavit’in ölümü üzerinden bile solculara vurabilen bir yetenek var karşımızda. Ama bu sefer hava dönmüş, ne zamandır uğraştığı CHP’li Gürsel Tekin, uzuuun bir yazı ile çok fena ‘çakmış’ ‘Ardıç Kuşu’na:

“Ardıç, kendini kayıtsız-şartsız bir şekilde burjuvazinin hizmetine adamıştır. Onun için ‘ona kimin para verdiği’ değil, ‘ne kadar aldığı ve kime ne kadar küfredeceği’ önemlidir. Hayatının hiçbir döneminde ‘hak arama’ cesaretini kendinde göremediği için, emeğinin karşılığını isteyen, daha özgür bir dünya düşleyen kişilere nefret kusar.”

İşte böyle. Geçen haftanın medyatik gündemi üç aşağı beş yukarı bu minvalde… Haa, az kalsın unutuyordum bir de Zülfü Livaneli vakası var. Obama başkan seçildiğinde, köşesinden “Hoş geldin Obama, başkanlık sırası sende” diye methiye düzen ve bu arada Nazım’ın şiirini de piç eden hazret, şimdi de ‘Ey özgürlük’ şarkısını Vodafone’a satmış.

1983 yılında, o karanlık günlerde, nice insana tutunacak bir dal olmuş, umudu ayakta tutmuş ‘Özgürlük’ şarkısı şimdi Vodafone’un 3G reklamlarında. 3G, devrim ya hani, ondan herhalde…

Zülfü Bey 300 bin dolara satmış, bestenin kullanım haklarını. Şirketle imzaladığı sözleşme gereği de ''3G kampanyası'' boyunca Özgürlük'ü hiçbir yerde söylemeyeceği konusunda garanti vermiş.

Ne diyelim, hayrını görsün 300 bin dolarının. Ve mümkünse artık söylemesin zaten bu şarkıyı. En azından ben dinlemem…...

31 Ağustos 2010, Salı

Çocuklara kıymayın efendiler!

07 Eylül 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Geçenlerde Ali Kırca “Siyaset Meydanı”nda Türkiye’nin çocuklarını ağırladı. Hesapta barışı ve “Kürt açılımı”nı konuşacaklardı ama işler planlandığı gibi yürümedi. Türkiye’nin on sekiz ilinden gelen ve yaşları 10-17 arasında değişen otuz sekiz çocuk o malum kara tabloyu önümüze bir kere daha serdi.

Bir kere Türk çocukları da Kürt çocukları da birbirlerine karşı sertti. Siz-biz diye konuşuyorlardı. Ağızlarından çıkan laflar kendilerine öğretilen resmi ideolojinin, anne-babalarından duydukları ayrımcı söylemin ve bölgenin ideolojik gerçekliğinin yoğun izlerini taşımaktaydı.

Dokuz yaşındaki bir Türk çocuğu mesela, Kürt çocukları bölgede yaşadıkları sorunları anlatınca, “Hastaneye gittiğinizde tabii Türkçe konuşacaksınız, size Kürtçe konuşan doktor mu bulacağız” diye Kürt akranlarına çıkıştı.

Bir diğeri “Bu ülkenin resmî dili Türkçe’dir. Herkes Türkçe öğrenmek zorundadır” diye, arkadaşına destek, Kürt kardeşlerine gözdağı verdi.

On bir yaşındaki bir Türk kızı artık nereden, kimden öğrendiyse, Kürt sorununu çözmek için Kandil’i bombalamayı önerdi.

Biri, Kürt dilini inkâr etti, öbürü Kürtler’in de aslında Türk olduğunu iddia etti.

16 yaşındaki, Hâkkârili Uğur Çektar Öğmen “Siz Atatürk’ü nasıl önder olarak kabul ettiyseniz, Kürt halkı da Abdullah Öcalan’ı önder olarak benimsedi” deyince, hem Türk çocuklarından hem de Ali Kırca’dan tepki gördü. Ali Kırca “Bir çocuktan çıktığı için söylenmemiş saymak zorundayız” derken, bir Türk çocuğu da “Burası bizim ülkemiz, bizim kurallarımızla yaşamak zorundalar” diyerek Türk olmanın, ülkenin sahibi olmak anlamına geldiğini bir kez daha gösterdi.

İnsanın sinirlerini alt üst eden, dayanılması zor bir programdı…

Şimdi merak ediyorum, çocuklarının “Sana benim gözümle bakmayanın mezarını kazacağım / Seni selamlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım!” diye şiir okumasına izin veren anne-babalar; yılın 365 günü evine bayrak asanlar mutlu mu acaba?

Kendi çocuklarınızı ölmeye ve öldürmeye hazırladığınızın farkında mısınız?

O bayrakları asmanın ‘normal’ olduğunu düşünenler, sorarım size kime karşı asıyorsunuz o bayrakları? Kime gözdağı veriyorsunuz? Çocuklarınız “niye bayrak asıyoruz?” diye sorunca ne cevap veriyorsunuz?

Ey İzmir’de her eve bayrak dağıtan Ticaret Odası Başkanı, ne geçti eline? Çok mu popülersin şimdi? Belediye başkanı mı olacaksın, milletvekili mi? Ergenekoncu Paşa’nın Atatürkçü sivil toplum örgütünden destek alabildin mi bari?

Köşelerinden, İstanbul’un tepelerine dev bayraklar dikme kampanyası açan yazarlar, bu muydu istediğiniz? Yıllar yılı gazetelerinizden, televizyonlarınızdan milliyetçilik pompaladınız. Çok sattınız, çok izlendiniz. Kürt düşmanlığı, Ermeni düşmanlığı, Arap düşmanlığı, Yunan düşmanlığı yaptınız. Şimdi memnun musunuz geldiğimiz yerden?

Bakın işte, geleceğimiz ne halde!

Boğazına kadar şiddete batmış, ötekinin hakkına saygı göstermeyen, öfkeli bir nesil yetişiyor.

Ülke bölünmese ne olur? Birbirinden nefret eden insanların yaşadığı memlekette huzur mu kalır?

Barışın ne kadar acil olduğunu hala nasıl anlamazsınız?...

31 Ağustos 2010, Salı

Ne olacak bu gazetelerin hali?

21 Eylül 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

“Türkiye’de insanlar gazete okumuyor!”

Siz de duymuşsunuzdur mutlaka, bu tür yakınmaları. Doğru da zaten. 70 milyonluk ülkede, 38 ulusal gazetenin toplam satışı yalnızca 4 buçuk milyon. 7-13 Eylül haftasında mesela; Posta 542, Hürriyet 485, Sabah 351, Habertürk 244, Vatan 175, Milliyet 166, Akşam 158, YeniŞafak 101, Cumhuriyet 58, Taraf 49, Radikal 41, Evrensel 6, BirGün 5 bin adet satmış kabaca…

Şimdi bu tabloya bakıp ne diyeceğiz?

A)“Bizim millet cahil, okumaz”

B) “Gazeteler pahalı”

C) “Bizim kültürümüz zaten sözlü kültür”

D) “Bir gazeteyi en az dört kişi okuyor ama”

E) “Tirajımız az ama etkimiz büyük”

“HİÇBİRİ” yazacak seçenek kalmadı, onu da buraya yazalım bari…

Allah aşkına Türkiye’deki gazetelere bir bakın. Hemen hepsi, birbirinin aynı ajans haberlerini evirip çevirip yayınlıyor. Haber gibi görünen şeylerin önemli bir bölümü doğru değil, dolayısıyla haber değil. Gerçekten haber olanlar, kötü yazıldıkları için sonuna kadar okunmuyor. Üstüne üstlük artık internet kullanımı yaygınlaştı (Türkiye’de 18 milyon kişi) ve televizyon haber kanalları çoğaldı. Yani gazeteler bir gün önceden zaten haberdar olduğumuz bilgileri bize parayla satmaya çalışıyor. Yer mi bunu millet? Yemez.

Peki gazeteler bu durumdan nasıl kurtulacak? İnternet haber siteleri ve televizyondaki haber kanalları, gazeteleri bitirecek mi?

Elbette hayır. Gazeteler fark yaratmanın yollarını bulacak. Buluyorlar da… Başkalarında olmayan, ‘orijinal’ haber üretenler kazanacak örneğin. (Laf aramızda, Evrensel avantajlı bu konuda) Deneyimli muhabirleri olanlar, derinlemesine özel haberler yapacak, ayrıntıları sunacak. Edebi tatlar veren insan hikâyeleri, portreler yazılacak.

Yüksek siyaset üzerine ahkâm kesmekten başka bir iş yapmayan; parti genel merkezlerinde, Genelkurmay’da kulağına fısıldananları ‘izlenim’leri olarak yazan köşeci takımı yerine, siyasi, ekonomik, toplumsal olayları gerçekten analiz eden, ufuk açan yorumcular okunacak.

Tüm bunlar olduktan sonra, “Basılı gazeteler 10 sene sonra da hayatımızda olur mu?”, işte asıl zor soru bu.

Galiba yavaş yavaş veda edeceğiz kâğıda basılı gazetelere. Bugün gazeteleri tehdit eden internet ile elinizde tuttuğunuz bu kâğıt gazetenin çatışmasından yeni bir şey doğacak. Gazeteler ve internet teknolojisi buluşacak, barışacak. Gazeteciliğin teknolojik altyapısı değişince, kaçınılmaz olarak içeriği de değişecek. İnternet ve dijital teknoloji herkes için yepyeni ufuklar açacak…

Yetti mi bu kadar tahmin, kehanet? E haydi o zaman, herkesin geleni gideni vardır:

İyi bayramlar!...

31 Ağustos 2010, Salı

Samimiyet-ölçer ile gezenler

19 Ekim 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

“Bak bu solcuyum diyor ama yabancı sigara içiyor! Üstelik bilmem nerede evi var! Zaten sendika başkanları da işçilerin paralarıyla zevk-ü sefa ediyormuş!”

“En çok içki tüketimi Konya’daymış biliyor musun? Bunlar Müslüman geçinir ama aslında ne haltlar ederler!”

“Bu ülkücüler ‘milliyetçiyiz’ der, Mercedes’e biner!”

Bir yerlerden tanıdık geldi mi bu zihniyet? Hani, hayatta bir duruşu olan insanların şahsında ve onların davalarında ille de bir tutarsızlık bulmaya çalışan, bulamadı mı kendince yaratan, elinde ‘samimiyet-ölçer’(!) ile gezen tiplerden bahsediyorum…

Onlar için ortalama olan, düz olan makbuldür. İnsan ‘orta’dan biraz saptı mı, gizli nefret büyümeye başlar. Solculuk, İslâmcılık, milliyetçilik fark etmez. İsterler ki herkes kendi diledikleri gibi olsun. Tabii bu da mümkün olmadığından daimi bir kızgınlık halleri vardır.

Siyasî bir duruşu, tutarlı bir görüşü olanlarda mutlaka bir ikiyüzlülük, bir sahtekârlık, bir samimiyetsizlik bulunmalı ve teşhir edilmelidir!

Yapmazlarsa rahat edemezler. Uykuları kaçar.

Bu tipin bazı örneklerinde yüksek doz Kemalizm yüklemesi de görülmüştür. Genelde emekli öğretmen ve emekli asker olan bu grup üyelerine göre, böyle politik duruşlara verilebilecek tek yanıt vardır: “Gerek yok!”

Bizim gül gibi ‘kendi’ ideolojimiz varken, ‘yabancı’ rüzgârlara kapılanlar ancak ‘bir hata’ yapmakta olabilir. Ya da kendileri ‘bir hata’dır.

Olmadı, sahtekârdırlar. Bir çıkarları olduğundan böyledirler ve bunu gizlerler. Bu gizlilik perdesi kaldırılmalı ve mesela solcuların Moskova’dan para aldığı, İslâmcıların aslında ‘her haltı yediği’ ‘cahil halka’ anlatılmalıdır. Hatta bu grubun bazı üyeleri daha da ileri giderek “dinde böyle bir şey yok” falan gibi cümlelerle “gerçek din budur” diye koyarlar, Müslüman’ın nasıl olması gerektiğini...

Bu vatandaşlara göre, gerçek din Yaşar Nuri Öztürk’ün anlattığı, doğru milliyetçilik ‘Atatürk milliyetçiliği’, olması gereken solculuk CHP içindeki kadar(!) solculuktur.

* * *

Şimdi nereden çıktı tüm bunlar diyeceksiniz. İnanması zor ama Vatan Gazetesi’nin çarşamba günkü sürmanşetinden çıktı...

Vatan’ın “Mösyö Uzan’dan selam var” başlıklı haberinde şöyle denmiş: “Seçim meydanlarında ‘Türk milleti için canım da feda malım da..’ diye atıp tutan Cem Uzan, şimdi iltica talebinin kabul edilmesi için Fransa’ya ülkesini kötülüyor”

Söylememe gerek var mı bilmiyorum, Cem Uzan’cı falan değilim. Ama haber içeriğinde Cem Uzan’ın Türkiye’yi kötülediğine dair en ufak bir bilgi yokken, aşağıda gördüğünüz fotoğrafla beraber bu cümleleri kullanmak, Uzan’ın Fransa’ya sığınması üzerinden “Milliyetçilik nerede kaldı” diye ara başlık atmak, bana az önce anlatmaya çalıştığım ruh halini hatırlattı.

Tamam, Uzan belki hakikaten siyasi duruşunda samimi değil. Ama bu haberi bu şekilde yazan zihniyeti ve haberi okuyan vatandaşın verdiği tepkileri de sorgulamak gerek.

Zira aynı zihniyet, solcunun ayakkabısına veya çarşafı kadının cinsel hayatına da bu şekilde yaklaşıyor....