Son Yazılar
1 Eylül 2010, Çarşamba

Genel af, gene laf

15 Mart 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Son yedi-sekiz yıldır memleketin siyasi atmosferine hâkim olan ve AK Parti’nin tedavüle soktuğu bir mazlum-mağdur söylemi var. Daha önce de bu köşede yazmıştım, aşağı-yukarı şöyle bir şey: Yıllardan beri bu ülkeye hükmeden Kemalist ve elitçi bir azınlık diktatoryası vardı. Recep Tayyip Erdoğan ve siyasi hareketi geldi, gelirken de yanında demokrasi getirdi. Böylece herkes huzura erdi. Huzura ermeyenler ve hala ses edenler ise o Kemalist azınlıktan tabii ki… Ülke sivilleşiyor, demokrasimiz kurumsallaşıyor, yönetim şeffaflaşıyor, Avrupa Birliği’nin yüksek standartlarına doğru koşar adım gidiyoruz falan filan.

Tamam kardeşim, resmi ideoloji diye bir şey var. Evet yargıda, orduda, akademide, bürokraside CHP zihniyeti egemen. Evet, İslami hareketler yıllar boyunca aynı Kürtler gibi, Aleviler gibi, solcular gibi ezildi. İyi de, sekiz yıldır iktidarda olan AK Parti, herkes için demokrasi mi getirdi?

AK Parti iktidarının temsilcileri bu söyleme yaslanarak ara ara çağrılar yapıyor. Devrimcilere, demokratlara diyorlar ki; ‘Gelin askeri vesayete son verelim, ülkeyi demokratikleştirelim, Kürt sorununu çözelim.’

Kimse kusura bakmasın ama resmen olta atıyorlar aslında. Zokayı yutarsan cart diye çekecekler sandala…

‘Sosyal demokrat halk kahramanı’ Kemal Kılıçdaroğlu’nun genel af sözleri üzerine aldığı tepki bunun en bariz örneği.

“Bu sorunu çözmeye talibiz, kardeşlik içinde çözeceğiz. Sağlıklı, güçlü bir ekonomi politikası izleyerek çözeceğiz. Herkesin düşüncesini özgürce ifade edebileceği bir Türkiye yaratarak çözeceğiz. Toplumsal barışın bir parçası olacaksa biz genel affa 'evet' deriz…” Böyle buyurmuştu Kılıçdaroğlu, partisinin Batman il kongresinde.

Hadi partisi CHP’den aldığı tepkiler neyse de, AK Parti’nin temsilcileri ne cevap verdi Kılıçdaroğlu’na? Bülent Arınç dedi ki; “Sayın Kılıçdaroğlu ‘Biz genel affa taraftarız’ diyor. Yanlış duymadınız, birbirinizi çimdikleyin. Diyor ki, ‘Genel af istiyoruz’. Yani genel af olduğu zaman o bizi itham ettikleri, suçladıkları Öcalan, İmralı’dan çıkacak, evine gidecek demektir.”

Arınç’ın kurnazlığını görüyor musunuz? Hani Türkiye’deki tüm demokrat kesimler beraberce ülkemizi demokratikleştirecektik, Kürt sorununu çözecektik? Birisi ufacık bir adım atmaya niyetlendiğinde, siz arkadan dolaşıp iki puan almaya çalışırsanız nasıl olacak bu işler?

Aslında bu zevatın demokrasi derdi olmadığı zaten aşikâr. Halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanlarını tutuklayan, emekçileri gördüğü yerde polisi üzerine salan, en ufak bir eleştiriye dahi tahammül edemeyen, gazetelerinde PKK’li, DTP’li, solcu laflarını hakaret olarak kullanmaya çalışanlar ülkeye nasıl demokrasi getirebilir?

İşte burada böylece cila kazınıyor, AK Parti’nin inşa ettiği söylem yıkılıveriyor.

Artık ‘Bunlar samimiyetsiz’ demenin de âlemi yok, çünkü zamanında hükümetin samimi olabileceğini düşünen sol liberaller de, hükümetten çoktan umudunu kesti. Samimiyet beklemenin anlamsızlığı görüldü. Şimdi artık sivil vesayeti tartışmak moda…

* * *

Nuray Mert’ten bir alıntıyla bitirelim, zira ancak bu kadar güzel özetlenebilir durum. Geçenlerde bir televizyon programında “Alnı secdeye değen bir Genelkurmay Başkanı olsa, dindar kesimin hiç de askeri vesayet derdi olmaz” dedi Nuray Mert. Doğru söze ne denir? Saygılar sunuyoruz buradan kendisine....

1 Eylül 2010, Çarşamba

Kırkından sonra demokrat

11 Oçak 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

İlköğretim yıllarımda 29 Ekim törenlerini 10 Kasım'ları, 23 Nisan'ları pek izleyemedim ben. Hep sahnedeydim çünkü. Elde mikrofon "seni selamlamadan uçan kuşun, yuvasını bozacağım" falan gibi zırvaları en ateşli şekilde söylemeye çalışırdım.

Hala bazı arkadaşlarım takılır, "o yüzden sen böyle 'vatan haini' oldun" diye.

Evet, sonra değiştim. Büyüdüm. Aklım daha çok ermeye başladı. CHP'den bir şey olmayacağını anladım en basitinden. Döneklik midir bu? Değildir herhalde. Çocuktuk o zamanlar. Sayılmaz ki... Haa, ne sayılır onu deyivereyim size:

Mümtaz'er Türköne ekranda. Perşembe gecesi evde 32. Gün'ü izliyorum. Karşısında bir emekli komutan, atışıyorlar. Türköne dellendirmiş Paşa'yı. Kızdırıp kızdırıp bıyık altından gülüyor. Garip de bir gülüşü var. Melih Gökçek gevrekliğinde değil de, ne bileyim... Arkasını sağlam bir yere dayadığından sırıtıyor sanki...

Türköne TSK içindeki çetelerin temizlenmesi gerektiğini, hatta TSK'de karargâh düzeyinde bir tasfiyenin yapılması gerektiğini söylüyor. Sözü "Kafes Eylem Planı"na getirerek askerin "kendi vatandaşlarını katletmeyi" planladığını anlatıyor.

Ne kadar cesur, ne kadar demokrat, hukuk devleti ilkelerine ne kadar da bağlı bir 'münevver' portresi değil mi? Üstelik pek de sağduyulu, mümtaz bir şahsiyet!

Yalnız tek bir sorunu var, geçmişi. Mümtaz'er Türköne 70'lerin ülkücü tosuncuklarının 'ağır' abisi, hatta kimi zaman bizzat onlardan birisi. Ha şimdi "Türk milletinin simgesi bozkurt değil, kangal köpeğidir" diyor o ayrı! Olabilir, insan gençlikte hata yapar. 80 öncesinin koşullarıyla bugün bir değil ne de olsa!

Sonra? Sonra Çiller'ci. Ama nasıl, bayrak tutanından! Tabi bu arada Akademisyen olduğundan bayrağı gerçekten tutması değil, danışmanlık yapması uygun görülmüş. O da Çiller'e "vatan için kurşun atan da, kurşun yiyen de şereflidir" vecizesini söyletmiş...

Tam Susurluk dönemi. Çiller'in ellerinden kan damlıyor. Faili meçhul cinayetler her yerde, bölge illerinde karanlık işler dönüyor. Ve toplum artık çetelerden arınmak istediğini, hukuk devleti istediğini haykırırken işte bu yanıt geliyor Başbakan'dan: "Vatan için kurşun atan da, kurşun yiyen de şereflidir!"

Türköne Başbakan'ın danışmanı... "İbrahim Şahin şehit olmayı göze almış değerli bir polis şefidir" dedirtiyor Çiller'e. İbrahim Şahin kim? Dünün Susurlukçusu, özel harekâtçısı, bugünün Ergenekoncusu. Susurluk davası mahkûmu, Ergenekon davası sanığı. Demek ki, Susurlukçu Şahin iyi, Ergenekoncu Şahin kötü, Türköne'ye göre. Bir ara açıklar inşallah bunu...

Velhasıl; "seni selamlamadan uçan kuşun, yuvasını bozacağım" diye bağırırken ben mikrofondan, buna alet olurken, çocuktum. Ne yaptığımı bilmiyordum, aklım ermiyordu. Ama Türköne koskoca bir doçent idi bu işleri yaparken. İnsan kırk yaşından sonra birden demokratlaşabiliyor demek ki. Susurluk’a arka çıkanların arkasındaki isim, şimdi Ergenekonu yargılayanların tarafında...

Her devirde kıymeti bilinen bu 'sempatik münevver'e iki çift lafım var:

Mümtaz'er Bey, bu giydiğiniz hümanist, sivil, demokrat entelektüel elbisesi size iki beden bol. Söylemedi demeyin. Sonra düşerse pantolonunuz, madara olursunuz.

Zaten üstünüze de yakışmıyor....

1 Eylül 2010, Çarşamba

Güzel havalar demokratlığı

25 Ocak 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Cumartesi sabahı bembeyaz bir kente uyandık ve ben işe giderken Beşiktaş’ta her gün önünden geçtiğim mendilci teyzenin gerçekten ‘muhtaç’ olduğunu anladım.

Böyledir bu işler, eğer yeterli hayat tecrüben yoksa bu turnusol anları ancak bir şeyler gösterir sana. Hava sıfır derece, yerler karlı iken, profesyonel dilenci görmezsiniz mesela etrafta. Gerçekten muhtaç olan sokaktadır, sokakta kalmıştır…

Yürüdüm, devam ettim yola. İstanbul’a şöyle yüksekçe bir yerden bakınca, “kar bütün çirkinlikleri örtüyor” klişesi geldi dilimin ucuna. Bir de “zengine sefa, fakire cefa”. Tırstım klişelerin gücünden. Yabancılaştım kendime…

Ardından kartopu oynayan çocuklar gördüm. Okuyanları Cuma günü karne aldı. Ne şahane bir tatil başlangıcı! Yarıyıl tatili kardan adam eşliğinde başlıyor… Bu düşüncelerden kalan tebessüm de uzun sürmedi. Çocuklar hasta olmasın diye kollarından tutup eve sürükleyen anne babalar geldi... Haklılar. Bu ülkede hasta olmak nereden baksan çok para. Hem çocuğu, insanın canı değil mi?

Kar, işte böyle bir dolu şey düşündürttü bana. Bu beyaz örtü, insanın ruh halini değiştiriyor anlaşılan.

En çok da o yaşlı, mendilci teyze kaldı aklımda…

Hava güzelken herkes bir şeyler satabilir sokakta. Ama o soğukta, kar altında mendil satmaya çalışan mecburdur. Mecbur olduğu için oradadır. Başka yolu yoktur yaşamasının.

TEKEL işçileri, hükümetin dayattığı 4-c statüsünde çalışarak geçinebilecek olsa, 40 küsur gündür o çileyi çeker mi?

Sınıf hareketi yükseldiğinde mesela, toplumsal hareketler yükseldiğinde, herkes solcu olabilir. Kendi çıkarını işçi sınıfının çıkarında görebilir, davasını, işçi sınıfı davasıyla birleştirebilir. Ama ya sınıf örgütlü değilse, sendikalar zayıf, fraksiyonlar dağınıksa? O zaman da öyle kolay mıdır bu işler?

İşte o zaman, gerçekten başka yolu olmayanları görürsünüz. Kurtuluşun biricik yolunu görenler, başka çare olmadığını da bilirler. Mecburdur insan o zaman bir şeyler yapmaya. Ve yapar da. Sokakta, fabrikada, okulda karşılaşırsınız onlarla.

Sonra, demokrasiyi gerçekten isteyenler, ekmek gibi, su gibi ihtiyaç duyanlar, talep edenler ile duruma göre demokrat olanlar da bir değildir.

Şimdi herkes demokrat. Herkes ordu karşıtı. Herkes sivil. Bir turnusol kâğıdı lazım. “1980 darbesinden sonra ne yaptın?” diye sorulmalı mesela insanlara.

“1974 affıyla anarşistler sokağa salıverilmiş. 12 Mart’ın Türün Paşasına, Elverdi Paşasına faşist damgası vurulmuş, kontrgerilla iddiaları ile etraf bulandırılmış(…) İşte 12 Eylül, Türk milletinin meşru müdafaaya geçtiği gündür. İdamlar bu meşru müdafaanın bir neticesidir (…) 1972’de Deniz Gezmiş’e, Yusuf Aslan’a, Hüseyin İnan’a Meclis’te oylarıyla sahip çıkanların, Kızıldere’de Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürülmesini ‘devlet terörü’ olarak vasıflandıranların artık sesi soluğu kesilmiştir.”

Böyle yazmış mesela 10 Ekim 1980’de Nazlı Ilıcak…

O zaman demokrat olmayanların, şimdi savundukları üzerinden, iki yüzlülük suçlaması yapmayacağım. Ama "12 Eylül bir darbe değildir diyen Orgeneral Kenan Evren'e tamamıyla katılıyoruz" diye yazan biri de, âleme demokratlık dersi vermeye kalkarken azıcık utansın istiyorum...

Bir de bunu Uğur Mumcu’yu anmak için yayınlanan Siyaset Meydanı programında yapıyor… Vallahi pes!

Bu ülkede, tek yolu, tek çaresi olanlar, başka türlü yaşaması mümkün olmayanlar, kar altında ayakta ya da kar üstünde yatıyor…...

1 Eylül 2010, Çarşamba

İnternet neyi bitirecek? Kimi bitirecek?

22 Şubat 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Haftalarca kaçtım. Çok direndim. Ama sonunda o gün geldi işte... Baskılara dayanamayıp internet, gazeteler ve sosyal medya ekseninde bir yazı yazıyorum bu hafta.

Zor bir konu bu. Eskilerin deyimiyle çetrefil. Ayrıca kehanette bulunmaya zorluyor…

Bu konular açılınca ‘Kâğıda basılı gazeteler on sene sonra da hayatımızda olacak mı?’, ‘İyi bir internet sitesi gazetenin tirajını düşürür mü?’, ‘Gazete siteleri paralı mı olmalı?’ falan gibi ‘kazık’ tabir ettiğimiz sorular geliyor hemen.

Açık söyleyeyim: Bilmiyorum!

Elbet var kendimce fikirlerim ama bugün, başlangıç olarak, bu konuyla ilişkilendirdiğim iki kavramdan bahsetmek istiyorum: Paradigma kayması ve paradigma felci. (Haydaaa, nereden çıktı şimdi bunlar?)

Diyelim ki bir paradigmamız var. Yani herhangi bir alanla ilgili bir model, bir bakış açısı, bir kavrayış ve anlayışımız var. Bu paradigmamız belki uzun süren deneyimlerle elde edildi, sınandı ve başarısı kanıtlandı. Peki, paradigmamızın her zaman başarılı olacağı kesin mi?

Hah, işte tam da bu noktada filozof ve bilim tarihçisi Thomas Kuhn diyor ki, eğer senin paradigman artık sorulara cevap veremiyorsa, geleceğe dair öngörülerin tutmamaya başladıysa, o zaman bil ki kriz evresindesin. Bu kriz bir devrimle aşılacak, yeni bir paradigma eskisini geçersiz kılacak şekilde tüm kalıpları yıkarak kendi kurallarını koyacak.

Artık eskisi için başarılı olabilecek bir zemin yok. Çünkü paradigma kaydı.

Bu konuyu anlatan hocalar ağız birliği etmişçesine aynı örneği verir: Dünya saat pazarını elinde tutan Swiss firması, çalışırken ‘tik-tak’ sesi çıkarmayan dijital saat teknolojisinin yeni paradigmasını kavrayamadığından (yani paradigma felcine uğradığından) 1-2 senede pazar payını Japon dijital saat firmalarına kaptırır. Üstelik dijital saati ilk olarak kendisi dünyaya tanıttığı halde!

İşte ben de ne zaman internet gazeteciliği ve gazeteciliğin geleceği gibi konular açılsa bunu anımsıyorum. Paradigma felcine uğrayıp bilişim devrimini kavrayamayanlar çok fena kaybedecek gibi geliyor. İnterneti önemsemeyenler, matbaanın icadını önemsemeyenleri hatırlatıyor.

Bakın Hürriyet gibi 60 yıllık bir gazetecilik markası bile yeni reklam kampanyasında internet çağının getirdiği yeni olanakları vurguluyor, okurlarına her an her yerden haber, bilgi ve eğlence içeriklerini ulaştırabileceğinin mesajını veriyor. İnteraktif içerik sunduğunu, kişiye özel kanalları olduğunu duyuruyor. Markasını yeni mecralara taşıyor.

Yani demem o ki, mesele sadece bir web sitesi yayınlamak falan değil. Sosyal paylaşım ağları, arama motorları, 3G’li cep telefonları, bloglar, mikro-bloglar… Her şey değişime işaret ediyor. Türkiye’deki 20 milyon internet kullanıcısı geleneksel medyayı hızla kaçınılmaz sona götürüyor.

Peki bu yeni dönemde ayakta kalmak için neler yapılabilir?

Bunu da bir başka yazıya bırakalım....

1 Eylül 2010, Çarşamba

Söz okurun

13 Aralık 2009

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Meğer ne büyük bir aileymişiz! Meğer ne çok sevenimiz, takip edenimiz varmış! Geçen hafta bir soru sordum 'gazeteleri nasıl okursunuz' diye, bir dolu e-posta aldım sesime ses veren dostlardan...

İtiraf edeyim; mutlu oldum, hoşuma gitti...

Birazdan sözü o güzel insanlara bırakacağım. Ama önce bir rica:

Madem Evrensel'in arkasında para babaları, holdingler yok; yalnızca okurlarına dayanıyor bu gazete, o vakit okurların sesi daha çok çıkmalı, değil mi?.Evrensel'in okur mektupları köşesi var, görüş sayfası var mesela. O sayfa daha da etkin kullanılsa, fena mı olur?

Sonra her köşe yazarının e-posta adresi var... O kadar önemli ki aslında gönderdiğiniz e-posta'lar, görüşlerinizi paylaşmanız, beğendiğinizi beğenmediğinizi söylemeniz, eleştirmeniz övmeniz... Nefes alıyor insan adeta!

Biraz da böyle böyle 'halkın gazetesi' olur zaten bir gazete. Bu bağlar, bu ilişkiler sayesinde...

Neyse, uzattım galiba. En iyisi sözü okurlara bırakalım:

(Tüm mesajları köşeye taşımak mümkün olmadı. Görüşlerini aktaramadığım okurlar, kusura bakmasınlar)

- Gazetesini sabah ekmeğiyle birlikte alan ve para vermek istemediği gazeteleri internetten okuyan bir dostumuz, “gündemlerin peşine takılmayıp yeni gündemler yaratan, öngörülü yazılar”ı beğendiğini söylüyor. Üstelik öngörülerin doğrulanıp doğrulanmayacağını da takip ediyormuş.

- Gazi Mahallesi'nden gelen muhtelif e-posta'larda, Evrensel'in “emekçiden yana” tavrı övülüyor. Biri hariç. Bir güzel kardeşim, başka konulara girmiş. O kendini biliyor.

- Hukuk fakültesi birinci sınıfta okuyan bir genç arkadaşımız, Evrensel ve Birgün'ü okurken bazen yorulduğunu anlatıyor. “Zaten arap saçına dönmüş olayları, olabildiğince netleştirebilen ve buna gayret eden yazarları tercih ediyorum” diyor. Biçimsel istekleri de var ayrıca: Başlık ilgi çekici olacak, yazı kopuk olmayacak, araya sürekli yıldız konmayacak. “Dikkatimi dağıtıyor” diye şikayet etmiş ve ara başlıklı köşe yazılarını tek geçtiğini de eklemiş.

- Susurluk'tan bir dostumuz ise gazetedeki bazı yazıları okumayıp es geçebildiğini ama günlük siyasi gelişmeleri, o gün “yararlanırım” düşüncesiyle mutlaka okuduğunu vurguluyor. Yazılarda içtenlik ve samimiyeti takdir ediyor.

- “Bazen sıkılıyorum gazetelerden, hep aynı şeyler gibi geliyor yazılanlar” diyor bir dostumuz.

- Ve son olarak, Kastamonu'dan bir emekli okurumuz, Evrensel'den İhsan Çaralan ve Mustafa Yalçıner'in çözümlemelerini; -görüşlerini tasvip etmese de- Yılmaz Özdil ve Necati Doğru'nun kısa cümlelerle olayları anlatmasını; Ece Temelkuran'ın tarzını ve cesaretini; Derya Sazak'ın ise “orta yolda sola meyil gösterip yazmasını” beğendiğini söylüyor.

Haftaya görüşmek üzere!...