Son Yazılar
1 Eylül 2010, Çarşamba

Zulmün ve cehaletin magazin ile dansı

29 Mart 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Geçen haftanın medyatik gündemi, -olaydan habersiz- ölü bir çellist ve -birbirinden habersiz- iki köşeli yazar arasındaki vaka idi: Elbette bu ‘zulme’ kayıtsız kalamazdım… Medyanın medya olalı beri ördüğü zulüm zincirine eklenen bu parlak halka, değerli bir yazıcımızı, köşecimizi kaybetmemize neden oldu. (Muhtemelen geçici olarak… Kim bilir belki Ece Temelkuran’ı kaybetmiş Milliyet’te ya da genç kadınların gönül telini titretecek bir ikinci keman olarak Habertürk’te okumaya devam ederiz…)

Her şey Tuna Kiremitçi’nin ‘Jacqueline ve Ben’ yazısıyla başladı. “Jacqueline ve ben, sakin bir hayatı seçtik: Akşamları o çellosunu çalıyor, ben romanıma çalışıyorum. Kendisi, hayatımda gördüğüm en uyumlu hayat arkadaşı” diye başlayan bu yazıda, Kiremitçi, uzun uzun Jacqueline’i övüyor ve onunla nasıl mutlu olduğunu, Jacqueline’in nasıl da eski sevgililerine benzemediğini anlatıyordu.

Vatan gazetesinin bir diğer yazarı ve Tuna Kiremitçi’nin eski eşi İclal Aydın, kendisiyle ilişki kurarak bu duruma bozuldu ve ‘Ayar çekerim görürsün!’ başlığıyla sert bir köşe yazısı kaleme aldı. Yazının yayınlandığı sabah twitter âlemi karıştı, Kiremitçi’nin Jacqueline diye bahsettiği kişinin, 1987 yılında ölen çellist Jacqueline du Pré olduğu ortaya çıktı. Yani Tuna Kiremitçi, evinde albümlerini dinlediği ölmüş bir çellisti, yaşayan eski sevgililerinden daha uyumlu bir eş olarak tanımlamıştı.

Sonrası, medya mahallesinin İclal Aydın’ın üzerine çullanması; “Ha hah haa, ölmüş Jacqueline du Pré’yi Tuna’nın sevgilisi sanmış!” tweet’leri, medya dedikodusu sitelerinde ‘İclal Aydın eski kocasını yerin dibine soktu’ başlıklarının ‘İclal Aydın rezil oldu’ başlıklarına dönüşmesi, falan filan...

Bu topa girip, İclal Aydın’la akılları sıra dalga geçenlere üç-beş soru sormak, umarım yersiz olmaz: Mesela; ‘Bir müzik aleti olarak çello ve bir virtüöz olarak Jacqueline du Pré ne zamandır repertuvarınızda?’, ‘Yaşayan ‘eski’ kadınların yerine, ‘ölmüş’ birini en uyumlu hayat arkadaşı diye tanımlamış olmak, neden ‘eski’ kadını sinirlendirmesin?’ ve hatta yazanın ve yazının amacı o olmasa dahi, ‘‘Eski kadın’ olarak değersizleştirildiğiniz bir noktada tepki vermek yargılanabilir mi?’ gibi...

Bu tepkiyi ortaya koymak veya susmak tercihtir elbette, ama susmak daha erdemli ve tepki göstermek düşüklük mü?

Mazlumun zulmünün başladığı yere geliyoruz. Bu böyle olunca; beri tarafta kendini mazlum hisseden -bu kez amaçlı olarak- kendi aralarındaki ayrıntıları afişe mi etmeli?

Bu konunun, onların kendi arasındaki bir konu olması gerekir: Birbiri için ‘iki eski eş’ olan iki insanın arasındaki bir durumu değil, bu tür bir durumun içindeki etiği anlamaya çalışıyoruz...

Gerçi Wittgenstein -mealen-, ‘Etikte tümce bulunamaz. Çünkü kelimeler yüksek hiçbir şeyi dile getiremez’ demiş olsa da, ‘medya leşkerliği’nin makûs talihi, son derece düşük şeyleri kelimelerle ifade etmeye çalışmakla maluldür…

Burada ölü bir çellist -aslında varoluş hedefleri arasında hiç de yokken- iki insan arasındaki özel konular üzerinden, linç için her an tetikte bekleyenlere bilgi yarışması malzemesi oluyor.

Sanki Kenan Işık’ın sorduğu basit bir soruya verilmiş yanlış bir cevapmışçasına, meselenin, “İyi de o kadın ölü ve yaşayan kadın bunu bilmiyor...” alayına döndürülmesi ve gerçekten çok önemli bir sanatçının, genel kültürü ilkokul sıralarında kalmış ‘şöhret takipçilerine’ meze olması da, iç acıtıcı değil mi? Elbette bir burjuva kurumu olarak evlilik/ayrılık sürecinde bu tür duygusal kazaların yaşanması muhtemel. Ancak burada mesele, konunun içindeki iki kişiden birinin tepkisinin, bayağı bir bilgi/bilgisizlik ikilemine indirgenmesi. Üstelik İclal Aydın’ın söylediğine göre onu asıl kızdıran, eski eşinin bütün kadınlara aynı şeyi yazıyor olması. O kadınların yaşıyor olup olmaması değil... Tuna Kiremitçi, Vatan gazetesine gönderdiği istifa mektubunda; “Efsanevi çello sanatçısı Jacqueline du Pré hakkında kaleme aldığım metne, gazetemizin bir yazarından yanıt geldi. Yanıtın içeriği ve düzeyi, kabul edemeyeceğim bir irtifayı sergiliyor. Üç yıldır kendimi evimde hissetmemi sağlayan Vatan ailesine bu nedenle teşekkür ediyor ve izninizi istiyorum” demiş. ‘Bir yazar’ diyerek ötekileştirdiği eski eşine hakaret de ederek, ‘Kabul edemeyeceğim bir irtifayı sergiliyor’ dediğinde oluşan irtifa; ‘kabul edilebilir’in de altında kalmıyor mu? Belki de Galatasaray adabını almış, tahsilli, rafine zevkleri olan, âlicenap, şehirli bir beyefendi olarak, eski kadınlarından özür de dilemesi, o istifa mektubuna bir zarafet katabilirdi… Ve tabii Jacqueline’den de…...

Mustafa Kuleli
1 Eylül 2010, Çarşamba

26 Nisan 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

24 Nisan Cumartesi günü, Türkiye tarihinde ilk kez, 1915 katliamında hayatını kaybeden Ermeniler için bir anma yapıldı. Mithat Fabian ile Taksim Meydanı’ndaki bu sessiz anmaya katıldık.

Yine, aslında bir avuç insan olduğumuz için sağ-sol hep tanıdıktı. Bizim oturduğumuz tarafta sevgili Ahmet Tulgar, Nuray Sancar, Ümit Kıvanç ve Ömer Madra vardı.

Anma sürerken İstiklâl Caddesi girişinde toplanan ülkücü / ulusalcı bir grup, anmaya katılanları provoke etmeye çalıştı. Bu zevat tarafından Amerikan uşağı(!) ilan edildik. Erivan’a gitmemiz istendi…

Oturma eylemimiz sona erdikten sonra görevli arkadaşlar kitleyi -dağılmak üzere- İstiklâl Caddesi’ne yönlendirdi. Zaten ne olduysa da bundan sonra oldu.

Cadde boyunca çeşitli noktalardaki sataşmalara sloganlarla karşılık verildi. Bireysel, insani tepkiler, bütün basın mensuplarının o an, o noktalara koşması sebebiyle büyüdü, olay oldu. Ortam gitgide gerilirken Devrimci Sosyalist İşçi Partisi’nden (DSİP) Doğan Tarkan kitlenin dağılması yönünde sert uyarılar yaptı. Eylemin amacına ulaştığını, buna gölge düşürmemek gerektiğini söyledi.

Tabii anmaya katılanlar arasında bu tutuma şiddetle karşı çıkanlar oldu ve zaman zaman basın mensuplarının önünde sert tartışmalar yaşandı.

Neticede, burjuva medyası ağzıyla söylersek “grup olaysız bir şekilde dağıldı”. Ama özellikle bazı gençler DSİP’lilere epeyce kızdı.

Ben de, alınmış karara uymakla beraber, bu tavrı ‘geri’ ve ‘ürkek’ buldum, olayın sıcaklığıyla.

Sonra Mithat’la sakin bir köşeye geçip oturunca aklıma, yıllar önce bellediğim “Devrimci eylem bizi devrime yaklaştıran eylemdir” sözü geldi. Ve son yıllarda yaşanan 1 Mayıs / Taksim Meydanı tartışmalarını hatırladım yeniden. DSİP’li arkadaşların amacına ulaşmış bir eyleme gölge düşürmeme çabasına hak verdim sonunda…

Şimdi önümüzde 1 Mayıs var. İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü... Hemen ardından 6 Mayıs’ta Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i anacağız. 26 Mayıs’ta da ülke genelinde bir grev örgütlenecek. Emekçiler üretimden gelen güçlerini kullanarak taleplerini en yaygın biçimde duyuracak.

Böylesi bir dönemde, 25 Kasım ve 4 Şubat grevlerinin rüzgârı arkamızdayken; TEKEL, TARİŞ, Marmaray, Çemen Tekstil, Esenyurt Belediye, SİNTER, Kent A.Ş. ve daha nice direniş tüm sınıfa umut verirken, 1 Mayıs kırılan camlar ve gaz bombalarıyla değil, AKP hükümetini sallamasıyla gündem olsun istiyorum, tüm kalbimle…

‘Solcu’ arkadaşlar “arama noktalarında üzerimizi aratmayacağız” devrimciliği(!) ve cam-çerçeve kırıcılığından bu seferlik vazgeçse olmaz mı?...

1 Eylül 2010, Çarşamba

Baykal’ı tasfiye planı tutar mı?

10 Mayıs 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Her kurultay öncesi solcular CHP’ye bakar, değişim bekler, Baykal’a küfreder. Hele biraz alkol de varsa bünyede, Baykal’ın bu işi beceremediği, partinin solculaşmasını engellediği, gitmesi gerektiği söylenir bir çırpıda…

Hâlbuki Baykal CHP tarihindeki en iyi genel başkanlardan biridir. Muhtelif kurultaylarda kendisine rakip olanların hemen hepsinden daha iyi bir siyasetçidir. Esasında CHP tabanında Baykal’a yönelik bir tepki de yoktur. Çünkü CHP budur. Parti, 1970’lerin rüzgârı ve Ecevit’in naif kişiliği nedeniyle kısa bir süre sola meyletmiştir, o kadar.

Bugün de birisi CHP’nin dümenine geçip sola kırsa, laik-İslamcı çatışmasını bıraksa, daha fazla oy alamaz. Parti’nin tabanı 28 Şubat psikolojisinden kurtulamamıştır hâlâ. TSK’nin bir işaretiyle bayrağını kapıp meydana çıkan ve “Karısı türbanlı biri Cumhurbaşkanı olursa dünyaya rezil oluruz” diyenlerin partisidir CHP.

Tamam, haksızlık etmeyelim, özellikle küçük şehirlerde, içki içebilme, kadın erkek yan yana yürüyebilme, Aleviliği yaşayabilme özgürlüğü için CHP’den başka tutunacak dalı olmayan insanlar da var. CHP onlar için özgürlüklerin teminatı. Ama benim gördüğüm, partiye rengini veremiyor bu güzel insanlar.

Şimdi yine bir CHP kurultayı var önümüzde. Baykal’ın gireceği bilmem kaçıncı kurultay bu. Hiçbiri bu kadar zor olmamıştır herhalde. Ne Erdal İnönü karşısında yenildikleri, ne Mustafa Sarıgül’e karşı kıl payı kazandığı… Bu sefer kendisi var karşısında çünkü…

Aslında karmakarışık bir siyasi durumla karşı karşıyayız: CHP kurultayına iki hafta, Anayasa referandumuna iki ay kala sekiz yıllık bir videokaset çıkıyor ortaya, kaseti internet ortamına koyan belli değil ama ilk yayınlayan Vakit. Sonra 10 dakika içinde nedense geri adım atıyor Vakit gazetesi ve sitesinden kaldırıyor bu videoyu. Bir gün sonra gazetelere bakıyoruz, hükümet yanlısı gazeteler olayın üstüne gitmiyor hiç ama ne hikmetse Doğan grubu gazeteleri ve Habertürk birinci sayfalarını bu olaya vakfediyor.

Vakit, Star, Zaman ve Bugün haberi birinci sayfasından görmezken, Vatan mesela, Nesrin Baytok ve Deniz Baykal’ın yan yana çekilmiş bir fotoğrafını koyuyor, Habertürk “Dört dörtlük rezalet” diye manşet atıyor. Doğan Grubu gazetelerinin yazarları Baykal’ı istifaya çağırıyor…

Ben bu olaya kendimce teşhisi koydum: Bu, Deniz Baykal’ı tasfiye etme planıdır. Ve Baykal mecbur bırakılmadıkça istifa etmeyecektir.

Kafamdaki soru ise şu: Bu kimin planı? Mustafa Sarıgül ve ekibi böylesine kapsamlı bir planı yürütebilecek kapasitede mi? Bu işin uluslararası boyutu yok mu? Uluslararası sermaye AK Parti’den vazgeçer mi?

Ve bu soruların cevabını bulmamız için bir anahtar: Baykal’ın yerine kim Genel Başkan olabilir?

Bekleyip görelim…...

1 Eylül 2010, Çarşamba

Eurovision ve Bülent Özveren milliyetçiliği

31 Mayıs 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Eurovision heyecanı önceki gece yine pek çok evi sardı. Tamam, belki eskisi gibi bir ‘milli mesele’ değil bu yarışma. Ama yine de ilginç, eğlenceli ve doğası gereği Avrupa halklarını yakınlaştıran bir organizasyon Eurovision. Ki bizim gibi, ekseriyetle sadece Türkiye sahneye çıkacağı zaman ve oylama sırasında TRT’yi açan bir millet için, pek de önemi yok galiba bunun(!)

Benim takip ettiğim yıllarda Türkiye’nin genç müzisyen kuşağı bir birincilik, bir ikincilik, bir üçüncülük, üç tane de dördüncülük aldı Eurovision’da. Dolayısıyla artık Türkiyelilerin ‘Bizi sevmiyorlar, bize oy vermeyecekler’ kompleksinden uzaklaşması gerekir aslında, değil mi?

Ama uzaklaşmayan biri var: Yıllardır bu organizasyonu TRT adına izleyen ve spikerliğini yapan Bülent Özveren.

O, komşunun komşuya oy vermesine karşıdır. Komşuların benzer kültürlere sahip olması hiç önemli değildir onun için. Birbirine oy veren komşu ülkelere kıl olur. Bunun tek bir istisnası vardır, Türkiye’nin Azerbaycan’a, Azerbaycan’ın Türkiye’ye oy vermesi!

Aslında ben, bu birbirine oy verme meselesinde günün birinde Özveren’in bir aydınlanma yaşayıp, “Yahu biz ne biçim bir ülkeyiz ki hiçbir komşumuz bize oy vermiyor?” demesini bekliyorum içten içe. Daha çok beklerim herhalde…

Sonra Özveren, puanlama sırasında başka şekillerde de çirkinleşir. Önceki gece mesela, Bulgaristan Türkiye’ye yüksek bir puan verince “Aferin Bulgaristan!” deyiverdi gayriihtiyarî. İşte tam imparatorluk kafası! Hâlâ, Osmanlı artığı, küçük, etkisiz ve gölgede kalmış bir ülke olarak gördüğü Bulgaristan’a “Aferin”i çakıyor, Osmanlı mirasçısı ülkenin devlet kanalının ağabey spikeri.

Ve bir de özel Ermeni düşmanlığı vardı ki, burada yazarken hicap duyuyorum. Ermenistan’ı temsilen Eva Rivas’ın söylediği “Apricot Stone” (Kayısı Çekirdeği) adlı parçanın Ermeni halkının yaşadığı en büyük trajedi olan 1915 olaylarıyla ilgili olması Bülent Özveren’i kızdırdı. Şarkıdaki “Bana anayurdumdan geri verilen elimde saklı kayısı çekirdeği / Kayısı çekirdeği, onu donmuş toprağa düşüreceğim / Bırak, onun yetişmesine izin ver / Bana anayurdumdan geri verilen kayısı çekirdeği” sözleri için Özveren, "O kayısı çekirdeğini kendi vatanına gömsün" dedi.

Böylece öğrendik ki, Türkler dışındaki halklar, atalarının yaşadığı yere “ana yurt” demek için Özveren’den izin almalı…

İşte böylece bu renkli, eğlenceli, heyecanlı gece, TRT spikerinin banal milliyetçiliğinin gölgesinde sona erdi maalesef. Geriye ise twitter’da yazılan mesajlar kaldı. Bari onlarla bitirelim, gülümseyelim:

TWITTER’DA EUROVISION GECESİ TOP-5
ahmethc:

şimdi o kadim espriyi yapmanın tam zamanı: almanya kazanırsa biz de kazanmış sayılacak mıyız? (Ahmet Hakan)

yildirimhazal:

bence manga’nın sahneye "robot kız" koymaktaki amacı "robot denen şeyden haberimiz var, sandığınız gibi deveyle gezmiyoruz" mesajı vermekti.

cerenkenar:

ulan herkes komşusuna oy verir, biz ne meymenetsiz ülkeyiz ki komşumuz bile oy vermiyor…

zeynepcetinkaya:

ingiltere ada ülkesi yazık komşusu yok, oy alamadı.

notredamedesion:

TÜRKİYEYİ TEBRİK EDİYORUM AZERİ KARDEŞLERİMİZ DE ÇOK BAŞARILIYDI SAVAŞÇI MİLLETTİK SANATÇI MİLLET OLDUĞUMUZ DA GÖRÜLDÜ (Nazlı Ilıcak)...

1 Eylül 2010, Çarşamba

‘Hayata dair’

22 Mart 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Ne yazsam okuyanlar mutlu olur, kendilerini iyi hisseder diye düşündüm geçen hafta. Zor iş, farkındayım… Herkesin çeşit çeşit derdi var neticede. Ama yine de istiyorum ki değmeyecek şeyler için de kimse sıkmasın canını...

Sabahları işe giden ya da akşamüzerleri işten dönen insanların doldurduğu otobüslerde, metrolarda, trenlerde herkesin suratı asık. Konuşan, gülen yok. Sert bakışlar, neşeli olana, biraz sesli gülene hemen dönüveriyor. Belki bu yüzden gençler de ortalama mutsuzluğa dâhil. Enerji saçmamız, gülmemiz, eğlenmemiz, yaratıcılığımızın zirvesinde olmamız gerekirken içi geçmişler gibiyiz.

Bence hayatı nasıl algıladığımız ve yaşadığımızla ilgili bir sorun var.

Belki tekrar olacak ama Gündüz Vassaf’ın bu konudaki yaklaşımını bir kez daha nakletmek istiyorum: İnsanlar artık ölüm üzerine düşünmüyor, ölmeyecekmiş gibi yaşanan hayatlar pompalanıyor. Hâlbuki ölüm de doğum gibi hayatın bir gerçeği. Ölümü yadsımak, aslında yaşamı yadsımak demek. Çünkü ölüm mutlak. Bildiğimiz tek şey, herkesin öleceği ve her saniye ölüme yaklaştığımız. Dolayısıyla her anımız biricik ve her anı bilerek, anın güzelliğini duyumsayarak yaşamak gerek…

* * *

İzmir’de, 87 yaşındaki Dedeme bakarken bunlar geçiyor aklımdan. Hiç pişmanlığı olmamış sanki hayatında. Bugün yine mutlu, huzurlu, dingin… ‘Güzel bir hayat yaşadım’ der gibi oturuyor koltuğunda…

Onun kızı, Annem… Kanser denen illet buldu onu. Şu an 56 yaşında…

Öylesine hayat dolu, öylesine moralli, öylesine dirençli ki görenler inanamıyor böyle bir hastalığı olduğuna. ‘Daha yapacak çok şeyim var’ diyor. Doğru. Çok istemesine rağmen yurtdışına çıkamadı mesela henüz. Bizi okutmak için harcandı emekli öğretmen maaşları. Yeşil pasaportlar bekledi bir kenarda… Sonra, torun sevemedi daha… Var yani daha yapılacak işler. Pabuç bırakacak değiliz bu illete. Yeneceğiz mutlaka ‘sevimsizleri’. Hayat güzel…

* * *

Evet, hepimiz biliyoruz belki ama bazen unutuyoruz her anın biricik ve değerli olduğunu. Olmayacak şeyler için sıkıyoruz canımızı. Şimdi böyle bir şey gelince başımıza yine aklıma geldi, paylaşayım dedim bunları.

Bir arkadaşım ‘Komünistler gelecekten gelmiş insanlardır’ diyor hep. Belki de böyle bakmalıyız hayata. Buna göre yaşamalıyız. Başka bir bilinç düzeyinde, başka bir kavrayışla, başka türlü bir bakışla…

Mutsuz olmak, umutsuz olmak, bedenimize ve ruhumuza kötü davranmak gibi bir lüksümüz olabilir mi ki?...