Son Yazılar
1 Eylül 2010, Çarşamba

Yazar Murat Belge: En çok masumiyeti kaybettik

15 Temmuz 2007

Mustafa Kuleli / BGHA

mustafakuleli@evrensel.net

Yazar Murat Belge ile meyhane kültürünü ve edebiyatçıların meyhanelere olan düşkünlünü konuştuk. Belge’ye göre, toplumda hem masumiyet, hem de hoşgörü kaybı var

“Sait Faik öykülerinde gördüğümüz yahut Orhan Veli şiirinde kokusunu aldığımız o İstanbul artık yok” diyor Murat Belge. O eski İstanbul günden güne yok olurken, kentin tüketim ve eğlence pratikleri de değişiyor. Entelektüellerin mey sofrası etrafında toplanıp sohbet ettiği meyhanelerin yerini “entel bar”lar alıyor. Orta halli insanların hâkim olduğu İstanbul kültürü değişiyor.

Meyhane nasıl bir yerdir?

Bizim Türkiye kültüründe veya genel olarak Akdeniz kültüründe sınıflar birbirinden çok kopuk yaşamazlar. Kent sınıflara göre ayrışmaz. Fakir de orta halli de zengin de hep aynı yerlerde oturur. Onun için hep bir alışveriş vardır. Meyhane de biraz böyle bir yerdir. Biraz da hani rint denilen, kalender, hayatta fazla titizlenmeyen, karşısına çıkan şeyleri mesele etmeyen, daha rahat insanların çoğunlukta olduğu bir yerdir meyhane.

Kimler gider meyhaneye? Sofrada neler konuşulur?

Orada genellikle orta halli memurlar olur. Öncelikle işlerindeki servisin şefinden filan bahsederler. O bilmem ne demiştir de, O da ona bir laf geçirmiştir, şef mahvolmuştur. Sonra takım, futbol, maç konuşulur. Epeyce bir içip gevşedikten sonra kadınlar falan gibi konulara da gelinebilinir. O da yine işte olan bir şeydir. Daktilocu kadın Fahrinüsa vardır. O, ona fena halde bakıyordur ama O yüz vermiyordur. Arada alınganlıklar olur. “Sen bana öyle nasıl yaparsın lan!” falan gibi bir diyaloglar yaşanır. Sonra barışılır.

Yalnızca bu kadar mı? Daha “derin” meseleler konuşulmaz mı?

Çok fazla konuşacak konusu olmayan insanlardır müdavimler. Hayatlarının bir tür uzantısı olarak oraya giderler. Sınırlı hayatlar yaşayan, sınırlı konuları olan insanların büyük ölçüde gene o konularını bıkmadan usanmadan ısıtıp tükettikleri mekândır. Orta halli kesim böyle bir muhabbet yaşardı meyhanede. İçkinin etkisi altında insanlar biraz açılıp saçıldıklarından hikâyeleri daha bir ortaya çıkabilir meyhanede. Sıradan insanların aslında o kadar da sıradan olmayan anlarının ortaya çıkabildiği bir yer meyhane.

EN ÇOK MASUMİYETİ KAYBETTİK
Bugüne doğru gelirsek, meyhaneler nasıl bir değişim geçirdi?

1950’ler 60’lar arasında İstanbul nüfusunun önemli bir oranını oluşturan gayrı müslimler gittiler. Şehir hayatıyla ilgisi ve İstanbul hayatına dair bilgisi olmayan çok sayıda insan geldi. Bütün bunlardan sonra o eski gelenekler falan büyük ölçüde unutuldu. Bugün gençliğimde meyhanede yediğimiz mezeler bulunmuyor. Mesela sarma diye kokoreç malzemesinden yapılan ama böyle tencerede pişirilen, dereotu ve taze soğan ile yapılan şey artık yok. Çiroz kalmadı mesela. Uskumru kalmadığı için şimdi istavritten yapılan çiroz bir şeye benzemiyor. Ramazan ayında en azından meyhanelere gelmiyor insanlar. Ramazan’da artık oruç mu tutuyorlar ne yapıyorlarsa evlerinde…

Bugünün meyhanelerinde az önce bahsettiğimiz meyhane kültürü devam ediyor mu?

O eski meyhane kültürü, o eski orta halli insanların egemen olduğu İstanbul kültürü büyük ölçüde değişti. Sait Faik öykülerinde gördüğümüz yahut Orhan Veli şiirinde kokusunu aldığımız o İstanbul artık yok. Gelişmeler de, zenginleşmeler de var ama arada kaybedilenleri de görmek gerek…

Nedir kaybedilenler?
Kaybedilen başlıca şey safiyet. Eskiden herkes daha masumdu…
Türk edebiyatında rakı kültürü, meyhane kültürü önemli bir yer edinmiştir. Bu durumun nesnel bir temeli var mı?

Şair, çok erken dönemlerden itibaren meyhanede çokça vakit geçiren biridir. Divan şiirinin başlıca temalarından biridir mey sofrası. Bu bazen bahçede kurulur, bazen kapalı bir mekânda kurulur. Kimisi der ki bu aslında bir semboldür. İnsanı tasavvufi bir alem içinde yaradana götüren coşku, içkinin verdiği cezbe ile o metafor ile anlatılmıştır. Muhtemelen doğrudur ama onun sadece metafor olduğunu sanmıyorum. Metafor marka bir rakı vardıysa o tarihlerde tabii başka. (Gülüyor)

EDİP CANSEVER’İN TEK EĞLENCESİ MEYHANEYE GİTMEKTİ
Edebiyatçıların içkiye olan ilgisi nereden kaynaklanıyor?

Edebiyat ve sanat ile uğraşan insanlar öteden beri içkiyle daha bir içli dışlıydılar. İçki insanın dünyaya bakışına değişiklik getirir. Şair de öncelikle o değişikliğe ihtiyacı olan insandır. Biraz değişik anlattığın zaman zaten şair olursun. Mesela Edip Cansever’in Kapalı Çarşı’da dükkânı vardı ama işin hepsini ortağına bırakır, kendi üst katta oturup şiirlerini yazardı. Ben de okuldan çıkıp ona uğrardım. Birlikte Refik’e Yakup’a giderdik. Edip Cansever “Hayatta eğlencen nedir?” dediğin zaman “Meyhaneye gitmek” derdi. Başkaca bir bildiği yoktu. Pek çok insan da böyleydi.

Peki, ne oldu da entelektüeller uzaklaştı meyhanelerden?

70’lerde bar kültürü gelişmeye başladı. Mesela Papirüs gibi barlar 70’lerde ilk olarak açıldı. Bizim yazar-çizer erbabı da meyhaneleri yavaş yavaş terk edip ha bire modaları değişen barlara gitmeye başladı. Bunu bir dönüm noktası olarak almak mümkün. Daha önce Orhan Veli, Sait Faik vs. o kuşakların hayatı Kurdun Meyhanesi, Lambo’nun Meyhanesi hep bu mekânlarda geçti. Daha sonraki kuşaktan ise “Ece’ye mi gidiyorsun?”, “Papirüs’ten mi geliyorsun?”, “Arif’in oraya mı gidiyorsun?” laflarını duyduk.

Son olarak; “Rakı kişilikli bir içkidir” diyorsunuz. Bunu biraz daha açabilir miyiz?

Bizim Türkiye’de rakı içiyor oluşumuz bana hep bir ayrıcalık gibi gelir. Bir de rakı kültürü içinde meze kültürü de olduğu için bitkiler ve hayvanlar aleminin bir takım köşelerinden alınma bir takım lezzetler tadarız.. Rakı bunlarla gidiyor. Sanki şarapta yemek daha belirleyici. Yani “bunu yerken, onun yanına şunu içeyim” diyorsun. Ama rakı daha belirleyici bizim Akdeniz sofrasında. Orkestra şefi adeta. Sofraya rakıyı koyduğun zaman hangi sazların çalacağı ona göre belirleniyor. (BGHA)

“EDİP CANSEVER’İN ŞİİRİNDE İNSANIN BURNUNA RAKI KOKUSU ÇARPAR”
İçinde meyhanenin ve rakının olduğu eserler deyince…

Sait Faik’de ve o kuşakta bu çok vardır. Edip Cansever’in şiirinde adeta rakı kokusu burnuna çarpar. Cemal Süreyya’nın çeşitli mısralarından bilirsin ki bu adam meyhaneyi bilen bir adamdır. Turgut Uyar desen gene öyledir. Meyhane, o kuşakların hayatının önemli bir parçasıdır.

“HOŞGÖRÜ ARTMIYOR, AZALIYOR”
Sancar Mağruflu bir yazısında aktarmıştı: İzmir Kemeraltı’nda Bahar Meyhanesi, kapısına “Ramazan münasebetiyle sahura kadar açığız” yazarmış. Bu biraz da hoşgörü isteyen bir şey. Bu bağlamda nereye geldi Türkiye?

Şimdi bu kalabalıkta dindar olanların koyduğu yazılı veya yazısız kuralları uygulamak daha fazla tutulan yol oluyor. O bakımdan hoşgörünün artmasını beklerken galiba biraz tersiyle karşılaşıyoruz.

“ŞARAP VE RAKI İÇEN AYNI MASADA OTURMAMALI”

Benim bir ahbabım vardı, Necmi Baba derdik. Fenerbahçe’de denizde dört kazık üstüne ev yapmıştı. Komplike bir yapı idi. Asma köprü tertibatıyla onu çalıştırırdı. Bir gramofonu ve belki iki üç bin tane taş plağı vardı. Orası akşam ahbaplarıyla içki içmek için kaçtığı bir yerdi. Bize şöyle derdi: “Şarabın fikri başka, rakının fikri başka. Aynı masada bunlar oturmamalı. Çünkü bunları içenler dünyaya başka türlü bakıyorlar.”

(Bu haber 15 Temmuz 2007 tarihinde BirGün Gazetesi'nde yayımlanmıştır)...

1 Eylül 2010, Çarşamba

İsrail, Kürdistan ve savaşa alışmak

07 Haziran 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

“Sahne tamamen değişti... Artık güzel kızlar heyecanla uğurlamadan, yedek askerleri taşıyan trenler sessizce kalkıyor... Solgun gün ışığının soğuk havasını başka bir koronun sesleri dolduruyor -savaş alanlarının şahin ve sırtlanlarının boğuk çığlıkları… Garantili satılan nizami on bin çadır! Nakit ödendiğinde hemen teslim edilecek yüz ton domuz pastırması, kakao, yapay kahve! El bombaları, mermiler, sadece ciddi başvurular için savaş dullarına çöpçatanlar!.. Cesetleri çoktan çürümüş olan, hurra sesleriyle düşman toplarının önüne yurtseverce yem edilen askerler... Rezalet, utanç, kan, pislik -işte size burjuva toplumunun asıl yüzü...” (Rosa Luxemburg)

Rosa’nın bu sözlerini ilk okuduğumda savaşın ne demek olduğunu sarsılarak anlamıştım. Henüz liseye gidiyorum ve güneydoğuda süren savaş benim hayatıma değmiyordu daha. İzmir’de, 28 Şubat’ın rüzgârı devam ediyordu. Dünyamız, ‘memleketi İran’a çevirmek isteyenler’ ile ‘Atatürkçü, laik, batılılar’ arasındaki kavgadan ibaretti. 28 Şubat’çılar İzmir’e özel bir ilgi göstermiş, birileri evlerin posta kutularına mektuplar bırakmış, orta sınıf aileler bile genç kızlarını yurtdışına kaçırma planları yapar olmuştu.

Sonra 1999’da Öcalan Türkiye’ye getirildi ve ironik bir biçimde ‘Kürt sorunu’ ya da kimilerine göre ‘güneydoğu sorunu’, ‘terör sorunu’, ‘bölgesel azgelişmişlik sorunu’ en önemli gündem maddesi oldu. Yine de, memleketin batısında, neredeyse 20 yıldır devam eden savaş ve bunun getireceği toplumsal-psikolojik yıkım üzerine pek konuşulmuyordu. Hala da konuşulmuyor maalesef.

Düşünsenize, daha köyünden, mahallesinden çıkmamış 18-19 yaşındaki çocuklar cepheye sürüldü, itaat etmeye programlandı, ölme ve öldürme korkusunu yaşadı. Hatta bir kısmı öldüre öldüre öldürmeye alıştı, canileşti. Öldürdükleri Kürt yaşıtlarının -hatıra olsun diye- kulağını kesen manyaklara dönüştüler. Ve askerden döndüklerinde kendi yollarını çizecekleri bir hayatları olamadı…

Oğlunu, arkadaşını, sevgilisini askere gönderenler Kürtlere küfretti diğer yandan. Kürt düşmanlığı sinsi bir virüs gibi yayıldı. En yakın arkadaşlarımızdan, akrabalarımızdan basbayağı ırkçı sözler işitir olduk. Memleketin batısıyla doğusu duygusal olarak birbirinden koptu.

Bugünlerde, 25 yıldır devam eden bu çatışma yine şiddetlendi. Şimdi yine kör bir öfke esir alacak gündemi. Silahlar konuşurken bizler susmak zorunda kalacağız. En fazla konuşulması gereken zamanda üstelik. Tam da bu 25 yılın muhasebesini yapmamız gerekirken. Tam da savaş mağduru gençleri nasıl rehabilite edeceğimizi tartışmamız lazımken.

Hakikaten anlamıyorum: Dükkân önünde çay içerken İsrail ile savaş planları yapan, çavuşluğuna güvenerek “İran-Suriye-Rusya bizim yanımızda, ABD tarafsız kalır, İsrail’i 2 günde dümdüz ederiz” diyen amcaların savaşa alışkın bu ruh hali bir tek beni mi dehşete düşürüyor?

25 yılda öğrenmediği tüfek, bomba, uçak ismi kalmayan, komutanların rütbelerini ezbere bilen, yeri geldiğinde bir askeri stratejist ağzıyla konuşabilen bir toplumun (Kürtler dâhil) rehabilitasyonundan daha önemli ne olabilir ki?

Kürdistan - Türkistan kurulsa ya da eyalet sistemine geçilse, hatta Kürtlerin istediği gibi Öcalan serbest kalsa ne olacak? Militaristleşmiş, şiddete meyilli, itaatkâr, ruhen hastalıklı bir toplum ile mi gerçekleşecek idealler?

Böyle bir toplumda yaşamak istemeyenler, daha ne kadar susacaksınız?...

1 Eylül 2010, Çarşamba

İnternet, alternatif medya ve olanaklar

12 Nisan 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Yazıcılara ve gazetelere kötü haber: Eskiden okunduğunuzu sanabilir, kendinizi ya da başkalarını kandırabilirdiniz. İnternet çağında ise bu artık mümkün değil. Tıklanma, sayfada kalma süresi, yorum sayısı, beğenilme (like), bağlantı alma, sosyal ağlarda ve diğer sitelerde bahsedilme gibi birçok parametre gerçeği ortaya koyuyor...

Gelin bu hafta bir şeyi yazmanın, yayımlamanın, basmanın, dağıtmanın amacı üzerine düşünelim biraz. Eğer temel derdimiz fikirlerin yayılması, paylaşılması ise bunun en uygun yolu ille de matbaadan geçmiyor artık.

Popüler bir yazarın ses getirecek bir yazısının, bir gazetede yayınlandığını varsayalım. Yazıyı çok beğenen okur, bu yazıyı paylaşmak için bir veya birçok dostuna telefon edebilir (ki bu maliyetli bir yol), öğle yemeğinde arkadaşlarına tek tek okutabilir, akşam gittiği barda arkadaşlarına anlatabilir, anlatabildiği kadar.

Aynı yazının web sitesinde olduğunu düşünelim: Bir kişinin adres defterinde, sosyal ağlarında ortalama 300 kişi bulunduğu söyleniyor, demek ki birkaç saniye içinde yüzlerce ve bir kaç dakika içinde on binlerce kişinin gündemi olabilir. İran'daki sosyal hareketlerin twitter üzerinden örgütlenmesi ve ortaya çıkardığı etki biliniyor. Hatta İran devrimi için: Kaset ile geldiler internet ile gidecekler, diyen bile var...

Yayınları ayakta tutma maliyetleri, küçük ölçeklerde yayıncı lehinedir, ancak; okur/ziyaretçi sayıları on binleri geçince maliyetler ve marjinal maliyetler matbaaya yaklaşacaktır, yani sorun internetin ucuz ya da ücretsiz olmasında değil, zaten büyük gazeteler de maliyetlerinin altında fiyata satılmakta...

Her zamanki yere geliyoruz: İyi içerik, doğru haber. Geleceği kazanacak olan değerler bunlar.

Büyük gazetelerimizin web sitelerinin, artık Ortadoğu'da ulu orta okunamadığını söylesem herhalde kimse şaşırmaz. Ekranı görenler erotik sitelere girildiği fikrine kapılmaktalarmış...

Haber izlemenin yeni araçları olarak gelişen medyalar, e-kitap okuyucular, iPhone türü akıllı cihazlar, elektronik kâğıt ve elektronik mürekkep gibi gelişmeler pek çok yeniliği hayatımıza katmakta.

Bu arada herkes, haber kaynaklarının taraflılığını ve tek merkezliliğini de apaçık olarak görmekte: Bütün gazeteler aynı, sadece bir gün önceki “çıplak bayan” bugün diğerinin ana sayfasında.

Ve internetin sağladığı bağımsız kaynakların çokluğu ve geleceğe katacakları da ortada...

Şimdiden bianet.org, emekdünyası.net, sol.org.tr, sendika.org gibi internet yayınları başarılı sayılabilecek bir çizgide ilerlemeye başladı. Evrensel, Birgün, Günlük gibi gazetelerin internet sitelerinin trafiği de her geçen gün artıyor. Bu isimler, internette de aydınlık bir geleceği temsil ediyor.

Velhasıl onları takip etmek, içerik sağlamak, içeriklerine katkıda bulunmak, yaygınlaştırmak da geleceğin değil, bugünün işi......

Mustafa Kuleli
1 Eylül 2010, Çarşamba

2 Mayıs sabahı

03 Mayıs 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Taksim’deki 1 Mayıs bayramını izlemenin verdiği mutluluk, Pazar sabahı uyandığımda devam ediyordu. Bu ruh hali ile açtım bilgisayarı, ulusal gazetelerin birinci sayfalarına bakmaya başladım.

Holding medyasında genel vurgu 1 Mayıs’ın bayram gibi kutlandığı yönündeydi. ‘Renkli görüntüler’, alandan güzel kadın detayları, 200 bini aşan kitlesellik, 32 yıl aradan sonra Taksim Meydanı’nın kutlamalara açılması öne çıkan unsurlardandı.

Habertürk, Vatan, Radikal gibi bazı gazeteler diğerlerinden daha cesur davranıp sorunun zaten emekçilerde değil Taksim Meydanı’nı yasaklayan zihniyette olduğunu vurgulamıştı. Bunlar arasında “Provokatör kimmiş?” başlıklı yazısıyla Habertürk’ün Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı en doğrudan olanı idi.

Genelde çıplak kadın fotoğrafları ve onların altına yazılan üfürme metinlerden müteşekkil (Helga, Türk erkeklerine bayıldı! Nataşa attı bizi ataşa! gb.) bir yayıncılık çizgisi(!) olan ŞOK gazetesi bile birinci sayfasından 1 Mayıs haberi girmişti. Daha ne diyeyim!

ZAMAN İLLE DE SENDİKALARI BÖLECEK

Bir de tabii, hükümet-sever medyamızın takdire şayan(!) çabaları vardı ki, burada bahsetmemek olmaz:

Cemaatin sesi Zaman gazetesiyle başlayalım. “Taksim'de 32 yıllık korku duvarı yıkıldı” manşetini kullanan Zaman’ın başlık altı şöyle: “İstanbul Taksim Meydanı, kanlı 1 Mayıs'tan sonra ilk kez işçilerle buluştu. (Yoo, 1978’de de 1 Mayıs kutlaması yapılmıştı. Basit bir hata diyelim, üzerinde durmayalım) 32 yılın ardından kutlamalara ev sahipliği yapan Taksim, renkli görüntülere sahne oldu. Davul zurnalar eşliğinde halay çeken işçi ve memurlar, 1977'de ölenlerin anısına Kazancı Yokuşu'na karanfil bıraktı. (Öldürülenlerin yazmak yerine ‘ölenlerin’ yazmaları dibine kadar ideolojik. Kesinlikle bir hata değil) Kutlamalarda, Türk-İş Başkanı Kumlu'nun konuşmasını engellemeye yönelik saldırı ise tepki çekti.”

Aynı gazete manşetinin hemen yanından “Taksim’deki kutlamalar sendikaları böldü” spotunu girerek de zaten fırsatçılığını, fesatçılığını ve sınıfsal-ideolojik duruşunu bir kez daha gösterdi.

YENİ ŞAFAK: BAŞABAKAN’IM ÇOK YAŞA!

Veee Yeni Şafak! Nereden başlasak bilemiyorum, zira Yeni şafak’ın birinci sayfasının her tarafında bir malzeme var. “Tabu yıkıldı” manşetini atan gazete, manşetin üzerinden demiş ki: “Taksim Meydanı 33 yıl sonra AK Parti iktidarında kutlamalara açıldı” Tamam öyle oldu da, geçen senelerde sokaklarda terör estiren, millete ‘orantılı faşizm’ yaşatan, Taksim Meydanı’na işçileri sokmamak için yırtınan da aynı AK Parti iktidarınız değil miydi?

Manşetteki haberin spotu ise daha fena: “Hükümet bir tabu haline gelen (Kim tabu haline getirdi acaba?) Taksim Meydanı’ndaki 1 Mayıs kutlamalarına izin vererek, (Allah razı olsun) Türkiye’nin önemli bir gerginlik noktasını ortadan kaldırdı.

Haa şimdi fark ediyorum, manşet fotoğrafının alt tarafında bir de kutu yapmışlar. Diyorlar ki; “1977’deki kanlı 1 Mayıs’tan beri kutlamalara kapalı olan Taksim Meydanı’nı açmayı, geçmişteki sağ ve sol iktidarlar değil, 33 yıl sonra AK Parti hükümeti başardı.” Buradan da öğreniyoruz ki AK Parti, sağ ya da sol değil, bunların üzerinde ayrı bir mertebede duruyor. Bu kutunun başlığı da eğer hala Tayyip Erdoğan’ın yüceliğini anlamayan gafiller varsa diye, “Ecevit, Demirel değil, Erdoğan” şeklinde yazılmış…

Velhasıl ne diyelim, onların diliyle söylemek gerekirse, “münferit bazı maksatlı haberler dışında holding medyası dahi bu 1 Mayıs hakkında olumsuz bir şey pek yazamamış. İşçi sınıfının taleplerini öne çıkarmamaya gayret ederek görevlerini ifa etmişler, e bu da doğal zaten.

Ben ise, ilk kez bir 2 Mayıs’ta da camsız, çerçevesiz, gaz bombasız, copsuz, gözaltısız haberler okumanın keyfini yaşıyorum hâlâ…...

1 Eylül 2010, Çarşamba

Sosyaldemokrasiye karşı sınıf siyaseti zamanı

24 Mayıs 2010

Mustafa Kuleli

mustafakuleli@evrensel.net

Herhalde herkes farkındadır: Baykal’ı tasfiye planı tuttu, CHP’yi iktidar yapma projesi başladı.

Bu proje ABD’nin, sermayenin ve belki henüz bilmediğimiz başka odakların ortak projesi. İki hafta önceki yazıda söylediğim gibi Baykal’a yönelik bu komplo, öyle herhangi bir odağın yapabileceği bir şey değil. Planlanmış, son derece ustaca yönetilmiş bir operasyon bu. Operasyonun ikinci adımı Kılıçdaroğlu’nun başkan olmasıydı. Üçüncü adım ise CHP’yi iktidara taşımak olacak…

Zaten son yıllarda Türkiye’nin yeniden tasarlanmak istendiği aşikârdı. TSK’nin siyasetteki rolünün zayıflatılması, Ergenekon süreci ile halka karşı suç işleyen şebekelerin bir bölümünün tasfiye edilmesi, medyada el değiştirmeler, Doğan Holding’e kesilen anormal vergi cezası ve Özkök’ün gidişi, hepsi bu sürecin köşe taşlarıydı.

Baykal ise, istifa ederken belirttiği gibi, Türkiye’nin yeniden dizayn edilmesine, moda tabirle söylersek ikinci bir cumhuriyet kurulmasına muhalefet ediyor, eski güçlerin yanında saf tutuyordu. Siyasetini birinci cumhuriyetin muhafaza edilmesi üzerine kurmuştu. Değişime direniyordu. Neticede, işte bu kadar direnebildi.

Peki, sermaye ve uluslararası güçler AK Parti’den neden vazgeçsin? Çünkü Başbakan Erdoğan'ın ABD nezdinde kredisi azalıyor. Artık ABD yönetiminin isteklerini gerçekleştiremiyor. Bir düşünelim: 8 yıllık, yıpranmış bir iktidar… Başbakan’ı, Mahmud Ahmedinecad ile çok iyi ilişkiler içinde. Arada İsrail’e çıkışıyor. Ekonomide zaman zaman başına buyruk hareket edebiliyor. Sonra ayrıca, yükselen sınıf hareketini de en iyi sosyaldemokratlar bastırır. Ve hatta Kürt sorunu... Bu ülkede Kürt sorunu çözülecekse, onu da devlet partisi çözse, buna kim itiraz edebilir? Kim CHP’ye vatan haini diyebilir? Vs.vs.

Ha, bütün bu prodüksiyon, AK Parti’ye ‘ayağını denk al’ mesajı da olabilirdi. Ama gidişat, AK Parti’nin ayağını denk alacak vaktinin kalmadığını, hatta ayağını yan bastığını gösteriyor.

Özetle, evet bence CHP’yi iktidar yapma projesi tutabilir. Ve hatta pek çok kişinin aksine Kılıçdaroğlu’nun CHP içinde bir değişim de başlatabileceğini düşünüyorum. Partiyi sosyaldemokrat çizgiye çekebilir Kılıçdaroğlu.

Bu noktada yeni dönenimin sol gündemi Kemalizm eleştirisinden ziyade sosyaldemokrasi eleştirisi olur. İyi de olur. Zaten sıkmıştı artık ve zaten bizim asıl işimiz de bu değildi.

İşte şimdi, sosyaldemokrasiye karşı sınıf siyaseti zamanı geldi....